Hekim Forumu - Şubat 1997


  • Haziran 13, 2011
  • 32050

Yönetim Kurulu�ndan
Ülkemizin geleceği ve mesleki geleceğimiz kendi ellerimizde
Yeni yılın ilk haftaları, Türkiye'de "Susurluk kazası" ve şeriat tartışmaları ile geçti. Demokrasimiz açısından büyük önem taşıyan bu iki konu, diğer önemli konular gibi sağlığı da gündemde gerilere itti.
Buna rağmen İstanbul Tabip Odası, üyelerden gelen uyarılar ve destekle çalışmalarına devam etti. Aralık ayı sonunda TTBTemsilciler Meclisi'nde alınan kararları, 10 Ocak'da İstanbul'daki hastanelerde yapılan toplantılarda değerlendirdik, "ne yapacağımızı düşündük".
18 Ocak günü basın toplantısıyla açıkladığımız programı uygulamaya 28 Ocak günü başladık. Hekim Forumu sayfalarında haberlerini okuyacağınız toplu nöbetlere katılan tümtemsilcilerimize, bizi birimlerinde konuk eden meslektaşlarımıza ve bu nöbetlerde bizlerle birlikte olan basın emekçilerine teşekkür ediyoruz. Sizlerin katkısıyla İstanbul Tabip Odası ve sağlık, geçen ay sık sık basına yansıdı.
14 Mart Sağlık Haftası'na kadar sürecek etkinlikler içinde TTBtarafından bütün illere dağıtılan bir bildirgenin imzaya açılması ve yaka kokartları da var. "Hekimlerin 1997 Bildirgesi", her bir imza ile daha da güçlenecek, 14 Mart günü bu imza sahiplerinin desteğini almış olarak kamuoyuna, basına ve yetkililere açıklanacak. İmza ile birlikte bağışta bulunanların katkısıyla gazete ilanı olarak yayınlanacak.
Ocak ayında yapılan %30 maaş artışı ve zamlardaki ikili uygulama meslektaşlarımızın tepkisine yol açtı. Buna karşı Şişli Etfal, Haydarpaşa Numune, Kartal Eğitim ve Araştırma, Validebağ Hastanelerinde Sağlık Bakanlığı'na gönderilmek üzere bir faks metnini imzalayan üyelerimize teşekkür ediyoruz. 10 Ocak günü Bakanlık fakslarını kilitlediniz!
Yeni yılla birlikte kamu hastaneleri başhekimleriyle toplantılara başladık. Bu toplantıları düzenli aralıklarla sürdürecek, kamu sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi ve korunması açısından hastanelerimize destek vermenin yollarını arayacağız.
Susurluk çetesi ile ilgili suçlamaların odağında kalan Dışişleri Bakanı Tansu Çiller, hastane baskınları düzenlerken yeni reformların reklamını da üstlenmişti. Hazırlanan yasa tasarıları, Sağlık Bakanı Aktuna'nın Dünya Bankası'nın önerileri doğrultusunda 1992'den beri zaman zaman gündeme getirdiği bir uygulamanın ısıtılması ile oluşmuş. Bu tasarılarla ilgili TTBgörüşlerini önümüzdeki günlerde meslektaşlarımıza ileteceğiz. Ama Çiller Baskınları sırasında basına açıkladığımız bir tutumun altını çizmek istiyoruz:"Biz hekimiz, sağlık pazarlamacısı değil". Kamu yöneticilerinin bunu bilerek hesap yapmasını istiyoruz.
"Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık"eylemi İstanbul Tabip Odası'nın da içinde yer aldığı meslek kuruluşlarının ortak toplantılarında filizlendi. Milyonlarca kişinin desteğiyle süren bu eyleme keyifle katılıyor, 21.00'de tüm Türkiye'de uçuşan "ateşböcekleri"nden rahatsız olanları ibretle izliyoruz. Toplum tepkisinin bu güzel örneğinin renklenerek sürmesini diliyor, meslektaşlarımızın aydınlık bir Türkiye için yurttaşlık bilinci içinde olacağını biliyoruz.
14 Mart haftasında yine sağlık alanındaki birçok konuyu gündeme alan etkinlikler yapacağız. Meslekte uzun yıllarını geçiren meslektaşlarımızla birlikte olmanın gurur ve mutluluğunu yaşayacak, bu yıl da ödüller dağıtacağız. Programını Hekim Forumu'nda bulacağınız bu etkinliklere katılmanızı, önerilerinizi iletmenizi bekliyoruz.
Ülkemizin geleceği gibi mesleki geleceğimiz de kendi ellerimizde. Bir imza da siz atın, bir mum da siz yakın.
Gelecekte daha güzel günlerde, demokrasi ve barış içinde 14 Mart'ları birlikte kutlamak dileğiyle.
*
HABERLER
DR. MEHMET SÜER'E HASTANEDE JANDARMA TEKMESİ VE DİPÇİĞİ...
İyi hekimliğe darbe... Tıp mesleğine saldırı... ŞİDDETLE KINIYORUZ
Yer:Sağmalcılar Devlet Hastanesi
Tarih:15.2.1997
Saat: 10.15
15.2.1997 Cumartesi günü, Sağmalcılar Devlet Hastanesi'nde acil poliklinik nöbeti tutan Dr. Mehmet Süer, saat 10.15 sıralarında, cezaevi bahçesinde bulunan ve tutuklunun kaçması olanağı bulunmayan binaya bir tutuklu hastanın muayenesi için çağrılır. Muayene sırasında, görevli erlerin muayeneyi engelleyecek şekilde hekimin yakınında durmaları üzerine Dr. Süer, görevlilerden kural olarak kapının yanında durmaları gerektiğini, muayenesini engellememelerini ister. Görevliler, bu talebi "Artistlik yapıyorsun"şeklinde yanıtlarlar. Bu laf üzerine hekimle görevliler arasında muayene sırasında tartışma başlar. Dr. Süer, ısrarla muayenesini engellediklerini, üstelik terbiyesizlik yaptıklarını görevli erlere hatırlatır. Sonuçta uzman çavuş ve görevli erler, meslektaşımızın üzerine küfürler savurarak saldırırlar. Bu arbedede yeşil önlüğü yırtılan ve birkaç yumruk darbesi alan Dr. Süer, olay tutanağını yazar. Sonra sivil tarafta acil hasta olduğu kendisine bildirilir. Dr. Süer, tam mahkum hapisanesinin kapısından çıkarken bu kez kalabalık bir asker topluluğu küfürler ederek üzerine çullanırlar, tekme ve dipçiklerle saldırırlar. Açık alanda, çamur içinde olan ve ilkine göre daha ağır bu saldırı sırasında araya hastane personeli girer ve hekimi kurtarırlar. Eyüp Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulunan Dr. Süer'e Adli Tıp tarafından 10 günlük rapor verilir.
Olayın duyulmasının ardından aynı gün İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu üyesi Dr. Rıfat Yücel, Sağmalcılar Devlet Hastanesi'ne gitti, meslektaşımıza geçmiş olsun dileklerinde bulundu ve olay hakkında bilgi aldı.
18.2.1997 Salı günü Türk Tabipleri Birliği Merkez Konsey üyesi Dr. Ata Soyer, İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Orhan Arıoğul ve Yönetim Kurulu üyeleri Sağmalcılar Devlet Hastanesi'ne ziyarette bulundular. Hekimlerle toplanıldı, bu olay karşısında alınacak tavır ve hastanenin sorunları tartışıldı. Dr. Süer nezdinde hekimlik mesleğine ve iyi hekimliğe yapılan bu saldırı; Yönetim Kurulu tarafından aynı toplantıda kınandı. İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu da tüzel kişi olarak, iyi hekimliğe yapılan bu saldırı karşısında savcılığa suç duyurusunda bulunacak ve olayı takip edecek.

TUTUKLU HASTA MUAYENESİNDE HEKİMLİK KURALLARI
T.C. İçişleri Bakanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı'nın 10Ocak 1989 tarih ve 0621/13-19 sayılı Genelgesi
Konu:Hükümlü ve tutuklu muayenelerinde alınacak emniyet tedbirleri:
1- Muayene için jandarma muhafazasında sağlık kuruluşlarına götürülen hükümlü ve tutukluların, muayene odalarında doktor tarafından muayene edilmeleri sırasında meydana gelebilecek firar olaylarını önlemek üzere alınacak emniyet tedbirleri aşağıda belirtilen esaslar dahilinde yapılacaktır.
2- Muayene odasından, kapının dışında firara yarayacak başka bir çıkış yoksa, yani oda muhafazalı ise, bu takdirde muhafız jandarma, muayene sırasında kapının dışında bekleyecek, içeriye girmeyecektir.
3- Muayene odasının dışarıya bakan penceresi varsa ve bina dışında emniyet tedbiri mevcutsa, muhafız jandarma hem kapının dışında hem de muayene odasını görecek şekilde dışarıda tedbir alacaktır.
4- Muayene odasının kapıdan başka dışarıya çıkışı varsa ve dışarıda emniyet tedbiri alma imkanı yoksa, bu takdirde muhafız jandarma muayene odasına girecek, ancak doktorun görev yaptığı paravanlı bölmenin uzağında emniyet tedbiri alacaktır.
Türk Tabipleri Birliği'nin "Hastanelere getirilen mahkumlara yönelik hekim tutumu"Genelgesi (Aralık 1994)
Madde 4:Muayeneler sırasında hastaların kelepçeleri açtırılmalı, klinikte hasta haklarına uygun bir ortam sağlanmalıdır. Bunun için muayene ortamında hasta ve sağlık personeli dışında kimse bulunmamalıdır.
*
ÜYELERİMİZE DUYURU
Telefon santralimizde yeni düzenleme: YÖNLENDİRMELİ SİSTEM
İstanbul Tabip Odası'na 514 02 92, 514 02 93, 514 02 94 ve 513 37 35 nolu telefonlarla ve 513 37 36 nolu faks ile ulaşabilirsiniz. Ayrıca Yayın Bürosu'na iletmek istediğiniz dökümanları 526 65 65 nolu faksa iletebilirsiniz. Yakında iki hat daha alıp, iletişimi daha da kuvvetlendirmek arzusundayız.
İletişimde size kolaylık sağlaması açısından İÇHATnumaralarımızı ve ilgili kişinin ismini dikkatinize sunuyoruz:
412.....İşyeri hekimliği asgari ücretleri hakkında bilgi hattı
414.....Asgari ücret katsayısı, üyelik aidatları ve aidatların ödeme yolları hakkında bilgi hattı
11.....Başvuru sekreterliği /Nuray Eroğlu
13.....Üyelik İşleri Bürosu /Mehtap Eliuz
15.....İşyeri Hekimliği Bürosu, Hekimlik Uygulamaları Bürosu /Sırma Doğru
16.....Temsilciler Kurulu ve komisyonlar ile ilgili iletişim / Nedret Tepe
18.....Hukuk Bürosu (Özlük-ekonomik haklar, hekimlerin mesleki-hukuki sorunları)/ Av. Meryem Turan
(Perşembe günleri saat 15.00'ten sonra çalışmaktadır.)
19.....Hukuk Bürosu (İşyeri hekimliği ile ilgili hukuki sorunlar)/Av. Nahide Parlak
(Perşembe ve cuma günleri saat 10.00-18.00 arasında çalışmaktadır.)
(Belirtilen gün ve saatlerin dışında da ivedi hukuki sorunlarımızda avukatlarımıza Oda aracılığıyla ulaşabilirsiniz.)
20.....Muhasebe Bürosu /Tufan Sertlek
23.....Basınla ilişkiler - Hekim Forumu ve Klinik Gelişim dergileri, Yayın Bürosu/Bediz Suner
24.....Hasta hakları hattı.
*
İSTANBUL TABİP ODASI TEMSİLCİLERİ BAKIRKÖY ÖZGÜRLÜK MEYDANI'NDAYDI:
"SÜREKLİ AYDINLIK" EYLEMİNE DESTEK
İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu üyeleri ve birim temsilcileri 9 Şubat günüBakırköy Özgürlük Meydanı'nda "Sürekli aydınlık"amacıyla biraraya gelenlere katıldı. Bu etkinliğin gelişmesinde payı olan TVprogramcısı Fatih Altaylı'nın iki gece önce gözaltına alınmış olması, bu desteğe özel bir anlam katmış oldu.
İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Orhan Arıoğul, Altaylı'ya Oda'nın bu konudaki desteğini iletirken, basına da İstanbullu hekimlerin temiz ve aydınlık bir ülke özlemini taşıdıklarını belirtti.
*
BİRİNCİ BASAMAKTA ARAŞTIRMA ÖZENDİRME ÖDÜLÜ
Türk Tabipleri Birliği Pratisyen Hekimler Kolu tarafından her yıl 3 Kasım Nusret Fişek'i Anma Günü Etkinlikleri kapsamında düzenlenen 1. Basamakta Araştırma Özendirme Ödülü aynı tarihte sağlık ocakları ve halk sağlığı ile ilgili çeşitli ödüllerin verilmesi nedeni ile gerektiği kadar hazırlık ve ilgi ile karşılanmadığından bundan böyle adı geçen ödülün iki yılda bir düzenlenen "Pratisyen Hekimlik Kongreleri" kapsamında değerlendirilmesi uygun görüldü.
Bundan dolayı bu yıl ödülün üçüncüsü 1997 Ekim ya da Kasım ayında yapılacak IV. Pratisyen Hekimlik Kongresi'nde verilecek. Katılmak isteyenlerin, araştırmalarını en geç 15 Ağustos 1997 tarihinde Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi adresine göndermeleri gerekiyor.
*
MİMARLAR ODASI İSTANBUL BÜYÜKKENT ŞUBESİ'NDEN KAMUOYUNA
"Kenti, Mimarlığı ve Hukuku Savunmak İçin Forum, 20 Aralık 1996 - Sonuç Bildirgesi"
Kültür Bakanı, Genel Müdür ve Vali'den oluşan bir üçgen, Türkiye'de demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü ve tarihsel-doğasal değerlerin korunmasını temel kamu görevi sayan bir anayasal meslek kuruluşuna karşı gerçekleştirdikleri bu operasyon yüzünden neden oldukları tüm zararların ve yok edilen kamusal hakların ortak sorumluları olarak belgelenmiş durumdadırlar.
Foruma katılanlar, bu sorumlular hakkında gerekli yasal işlemlerin yapılması ve Mimarlar Odası'na karşı sürdürülen hukuk dışı davranışın, Oda'nın kurumsal kişiliğinde, topluma ve ülkeye karşı olduğunun bilinci içinde, binanın derhal yargı kararına uygun olarak kullanımının sağlanması yönünde gerekli hukuk mücadelesini Mimarlar Odası'yla birlikte sürdürmeye kararlı olduklarını kamuoyuna duyururlar.
*
SİGORTA ŞİRKETLERİ "TTB" ASGARİ ÜCRETİNİ KENDİSİ BELİRLEMEYE KARARVERMİŞ
Ocak ayı içinde "Onyedi sigorta şirketi ile birlikte çalışan"Mednet Şirketi, Genel Müdürve GenelMüdür Yardımcılarının imzasıyla İstanbul Tabip Odası'na bir ültimatom gönderdi:Hekim hizmetleri asgari ücret katsayısının dondurulmasını daha önce talep ettiklerini, İTO bu talebe uymasa da bildiklerini yapacaklarını, bir diğer deyişle asgari ücret tarifesine uymayacaklarını resmen bildirdi.
İşi lafta bırakmayıp uygulamaya başladıklarını da çeşitli üyelerimizin başvurularından öğrendik. Bugüne kadar gizli kapaklı yürütülen asgari ücreti aşağı çekme ("Yüzde otuz altına anlaşalım!") çabaları artık açıktan yapılmaktadır. Asgari ücrete uymadığı saptanan herkese karşı yasalyollara başvurmakta tereddüt etmeyeceğiz. Bütün hekim arkadaşlara ve TTB'nin yetkilerine kendi kendine el koyanlara duyurulur.
İTO Özel Hekimlik Komisyonu
*
TÜRKİYE TIP DERGİLERİ KATALOĞU
TTB çatısı altında yürütülen Türkiye'deki tıp dergileri ile ilgili çalışmalar meyve verdi. Dergiler hakkında kısa bilgilerin yer aldığı katalogda 130 derginin kim tarafından, ne sıklıkla yayınlandığı, kaç adet basıldığı, hedef kitlesi, hangi indekslere girdiği, iletişim adresi ve edinme koşulları yer alıyor.
Katalogda bu bilgiler edinilemeyen 111 derginin ismine de yer verildi. Tıp Dergileri Kurulu'nun çalışmaları ve tıp dergileri ile ilgili istatistik bilgilerin yer aldığı kataloğun editörlüğünü Dr. Tezer Kutluk ve Dr. Nilgün Yarış yaptı. Katalogda yer almayan dergilerle ilgili bilgilerin yeni baskılara eklenmesi mümkün.
Katalog; TTBMerkez Konseyi, Mithatpaşa Caddesi, 62/18 06420 Yenişehir-Ankara adresinden veya (0 312) 417 26 72 faks numarasından temin edilebilir.
*
SÜREKLİ TIP EĞİTİMİ DERGİSİ 6 YAŞINDA
TTB tarafından birinci basamak sağlık hizmeti veren hekimlerin sürekli eğitimi amacıyla yayınlanan Sürekli Tıp Eğitimi Dergisi (STED) beş yılı geride bıraktı.
STED, 7.000 adet basılarak bütün sağlık ocakları ve birinci basamak sağlık kurumları yanında isteyen herkese gönderiliyor. Şimdiye kadar çok sayıda sağlık ocağı ve pratisyen hekimle buluşmayı, onların deneyimlerini ve mesleki pratikte karşılaştıkları problemleri aktarmayı başaran dergi, tamamen amatör bir çabanın ürünü.
STED, "Kendimizi sınayalım", "Ödüllü bulmaca", "On soru, on yanıt", "Görkem büyüyor", "Tanınız nedir?", "Sizin için okuduk" gibi sürekli köşeleri ile sıcak ve canlı bir dergi. Bunun bir ifadesi, derginin "İletişim köşesi". Ocak 97 sayısında bu köşede Kütahya, Burdur, Yeniyapan, Sivas, Kars, Erzurum, Tokat, İçel ve Yozgat'taki hekimlerden gelen 10 mektup ve bunlara verilen yanıtlar yer alıyor.
STED'e uzun ömürler diliyor, dergiyi edinmenizi öneriyoruz. Bunun için TTB'ye bir mektup yeterli. Adres ve faks yukarıda.
*
KAMU YATIRIMLARINDA SAĞLIK SON SIRADA
Kamu sektöründe mevcut 5221 yatırım projesi için ayrılan kaynaklar içler acısı. Bu nedenle projeler 1990 yılında ortalama 5 yılda sonuçlandırılırken giderek artarak ortalama 13.7 yıla çıktı. Kamu yatırımlarının en zayıf olduğu alanlar arasında özelleştirmeye bırakılan turizm, madencilik, konut sektörü yanında eğitim ve sağlık da yer alıyor. 1997 yılında kamu sağlık projeleri için ayrılan toplam ödenek 415 milyon dolar.
Sağlık yatırımlarının büyük kısmını il ve ilçelerdeki hastane ve ek bina inşaatları ve yeni üniversiteler için yapılan inşaatlar oluşturuyor.
*
KAMU SAĞLIK KURUMLARININ KORUNMASI İÇİN İŞBİRLİĞİ: BAŞHEKİMLERLE TOPLANTI
İstanbul'daki Sağlık Bakanlığı ve SSKhastanelerinin başhekimleri ile ilk toplantı 30 Ocak Perşembe günü gerçekleşti. İstanbul Üniversitesi Baltalimanı Sosyal Tesisleri'nde yapılan toplantıya 13 hastanenin başhekim veya başhekim yardımcıları katıldı.
SSKGöztepe, SSKOkmeydanı, Haydarpaşa Numune, Taksim Devlet, SSKBakırköy Doğumevi, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları, Validebağ Öğretmenler, Vakıf Gureba, İstinye, Baltalimanı Kemik Hastalıkları, Heybeliada Göğüs Hastalıkları, Adalar ve Lepra Hastanelerinden katılan yöneticiler, toplantıların yararlı olacağını belirtti.
Toplantıda İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Orhan Arıoğul, Oda'nın kamu sağlık hizmetlerine verdiği önemin bir parçası olarak kamu hastaneleri yöneticilerinin sorunlarını paylaşmak ve çözüme katkıda bulunmak istediğini vurguladı. Hekimlerin ve sağlık alanının sorunlarının ancak güçlü bir hekim örgütü ile aşılabileceğini, bu bakımdan başhekimlerin katkılarının önemli olduğunu ifade etti. Genç kuşaklar yanında meslekte deneyimli hekimlerin de Tabip Odası'na sahip çıkmaları çağrısında bulundu.
Sekreteryasını Tabip Odası'nın üstlendiği toplantıların ikincisinin 25 Şubat'ta SSKGöztepe Hastanesi'nde yapılması kararlaştırıldı.
*
TABABET UZMANLIK TÜZÜĞÜ NE AŞAMADA?
Hekim Forumu yayına hazırlandığı sırada Sağlık Bakanlığı, YÖK ve TTB arasında tüzükle ilgili müzakereler son aşamasına gelmişti. Kasım ayı sonunda başlayan bu tartışmalar sonunda YÖK yasasına ters düşmeyecek düzenlemelerle gerek eğitim hastanelerinde gerekse tıp fakültelerinde uzmanlık eğitimini denetleyen kurullar ve kurallar üzerinde bir anlaşma sağlandı.
Tababet Uzmanlık Kurulu'nu oluşturan tarafların üye seçimleri kendi tercihlerine bırakıldı. Merkezi yeterlilik sınavı, uzmanlık eğitiminin sonuna alındı. Asistanların kazanılmış hakları korundu. Uzmanlık dallarının eğitim süreleri uzatıldı. Yan dal eğitimi süresinin üç yıl olması benimsendi.
Üzerinde anlaşma sağlanmış görünen Tüzük, Danıştay'a gönderildikten sonra kısa sürede yayınlanabilecek. Ancak YÖKve Sağlık Bakanlığı'nın yeni düzenlemelerden duydukları rahatsızlık nedeniyle Danıştay aşamasında müdahalelerde bulunması ihtimali hiç de uzak değil. Bu durum, Tüzük'ün yasalaşmasını engelliyor.
YÖK, kendi iradesi dışında yeni bir denetim mekanizmasının kontrolüne girmek istemiyor. Sağlık Bakanlığı da elindeki yetkileri devretmek konusunda ayak diriyor.
Sonuç, uzmanlık dernekleri ve TTB'nin konuyu ne kadar kuvvetle takip edeceklerine bağlı. Ve bu örgütleri destekleyip zorlayacak hekimlere.

*
TOPLU NÖBETLER: HER HAFTA BİR SAĞLIK KURUMU, BİR BAŞKA GÜNDEM
İstanbul Tabip Odası Temsilciler Kurulu ve TTB Temsilciler Meclisi toplantılarında alınan kararlar Ocak ayında uygulanmaya başlandı. Tabip Odası Yönetim Kurulu ve birim temsilcileri, 18 Ocak günü yapılan basın toplantısının ardından biraraya gelerek 28 Ocak gününden itibaren başlayarak her salı gecesi bir başka sağlık biriminde toplu nöbet tutulmasını kararlaştırdı.
Geçtiğimiz yıllarda "Toplu nöbetler"olarak bilinen bu eylem biçiminin bu yılki özgünlüğü, her nöbette bir başka sağlık gündeminin olması ve kurumlarla ilgili "Durum raporu"nun halka duyurulması.
14 Mart Sağlık Haftası'na kadar sürecek bu nöbetler sonrasında toplu bir değerlendirme 14 Mart Tıp Bayramı günü kamuoyuna ilan edilecek.
Bu ziyaretler sırasında 14 Mart Tıp Bayramı'nda açıklanacak olan "Hekimlerin '97 Bildirgesi" de imzaya açıldı.
Denetim değil, birlikte değerlendirme
Bu nöbetlerde amaç, durumu ve sorunları tüm çıplaklığı ile, her türlü kişisel, mesleki ve politik kaygıdan uzak olarak saptamak. Bu, sorunların çözümünde önemli bir adım. İstanbul Tabip Odası halkın sağlık konusunda doğru bilgilendirilmesini aynı zamanda mesleki bir sorumluluk olarak görüyor.
Haydarpaşa Numune'de fenerli nöbet
Toplu nöbetlerin ilk durağı Haydarpaşa Numune Hastanesi oldu. 28 Ocak akşamı TTBBaşkanı Dr. Füsun Sayek'in de katıldığı ziyarette hastane poliklinik binası, hastanede faaliyet göstermeye devam eden vakıf, gemici fenerlerinin ışığında gezildi. Hastanenin arazisi içinde olmasına ve SİTalanı olmasına rağmen Petrol Ofisi tarafından kanun çiğnenerek kullanılan benzinlik gündeme geldi.
Hastane temsilcilerinin hastanenin tarihi geçmişi ve bugün yaşadığı sıkıntılar ve mevcut durumu ile ilgili hazırlıklarını katılanlara sundukları nöbete 100'ün üzerinde hekim gelmişti.
Yer: SSKOkmeydanı, Konu: SSKsağlık hizmetleri
4 Şubat günü SSK Okmeydanı Hastanesi'nde buluşma vardı. Önce hastanenin konferans salonunda Temsilciler Kurulu toplantısı yapıldı. Daha sonra da TTBGenel Sekreteri Dr. Eriş Bilaloğlu'nun da katıldığı bir basın toplantısında İstanbul Tabip Odası SSK Komisyonu'nun hazırladığı bir rapor basın toplantısı ile açıklandı.
Ardından Türk-İş 1. Bölge Başkanı Faruk Büyükkucak, SSK Bölge Sağlık İşleri Müdürü Dr. Akif Feyizoğlu, SSKGöztepe Hastanesi Başhekimi Prof. Dr. Servet Karahan ve SSK İstanbul Hastanesi Başhekimi Dr. Mustafa Caniklioğlu'nun da katılarak söz aldıkları bir forum yapıldı. Forum sırasında kürsüde "Adaletli yönetim, iyi hekimlik, etkin hizmet" sloganlarının olduğu pankart yer alıyordu. SSK Okmeydanı temsilcisi Doç. Dr. İrfan Gökçay'ın İstanbul SSK sağlık hizmetlerinin durumu ile ilgili bilgi vermesinin ardından zaman zaman tansiyonu yükselen bir tartışma gerçekleşti. Forumun ardından nöbet tutmakta olan hekimler ve sağlık çalışanları ziyaret edildi.
Taksim denince, akla acil yardım gelir
Toplu nöbetlerin üçüncüsü Şeker Bayramı'nın son günü yapıldı. 11 Şubat günü Taksim Devlet Hastanesi'nde gündem "Acil sağlık hizmetleri" idi. Toplantıda İstanbul'daki Acil Tıp Hizmetleri konusunda hazırlanan rapor basına sunuldu. Taksim Hastanesi'nin bu açıdan önemli bir yük taşıdığına dikkat çekildi. Acil servis çalışanları ziyaret edildi. Nöbetçi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Kliniği Şefi Dr. Nurten Aşçı da yoğun bakım hizmetleri konusunda bilgi verdi.
Hekim Forumu yayına hazırlanırken, sırada Halkalı Sağlık Ocağı, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi, Şişli Etfal Hastanesi ve İstanbul Tıp Fakültesi vardı.
Toplu nöbetler sürüyor. Bir yandan hekimlerin ve sağlık ortamının sorunlarını komuoyu gündemine getirmek, öte yandan hekimler arasında bir dayanışma ve ortak hareket etme tavrını beslemesi açısından şimdiden beklenen işlevi yerine getirmiş görünüyor.
*
GÜNDEM
PENİSİLİN KULLANIMINDA TTB'NİN TUTUMU
Penisilin testi nasıl yapılır?
Ticari test preparatları ülkemizde bulunmadığından en pratik yol kristalize penisilin G kullanarak test yapmaktır. Bu test şöyle uygulanır:1 milyon ünite kristalize potasyum penisilin G üzerine 9.6 ml steril izotonik sodyum klorür eklenip karıştırılır. Bu sıvı 1 ml'de 10.000 Ü penisilin G içerir. Epidermal test yapmak için ön kolun volar yüzüne bir damla test solüsyonu damlatılır. 26 G PPD iğnesi ile delme ya da 1 cm. uzunluğunda çizme yöntemi ile epidermis kanatılmadan hafifçe zedelenir. Kontrol olarak diğer kola serum fizyolojik ile aynı işlem yapılır. 10-15 dk. beklenir. Kontrole göre belirgin bir fark ya da 5 mm büyük endurasyon (+) test olarak değerlendirilir. Epidermal testi pozitif olan hastaya intradermal test yapılmaz ve penisilin de verilmez.
Epidermal testi negatif olan hastalarda intradermal test uygulanır. Ön kol iç yüzüne, PPDenjektörü ve 26 G iğne kullanılarak deri içine 0.002-0.04 ml test solüsyonu verilir. Kontrol olarak aynı miktar serum fizyolojik diğer okla deri içine verilir. 10-15 dk. beklenir. Kontrole göre belirgin bir fark ya da 5 mm büyük endurasyon (+) kabul edilir. Bu kişilere penisilin uygulanmaz.

Anaflaksi nasıl tedavi edilir?
Anaflaktik reaksiyonlarda yapılacak tedavi şekli reaksiyonun tipine göre değişir. Ancak tüm durumlarda adrenalin temel ilaçtır. Çünkü Adrenalin anaflaktik medyatörlerin hedef organdaki etkilerinin antidodu olup, aynı zamandra da mast hücreleri ve bazofillirdein medyatör salınımını da inhibe eder. Kaşıntı, eritem, ürtiker ve anjio ödemgibi hafif semptomlar subkutan adrenalin (0.1-0.3 ml/kg, 1/10'luk adrenalinden) ile tedavi edilebilir. Takiben oral ya da parenteral antihistaminler verilmelidir.
Ağır bronkospazm, laringeal ödem, şok ve kardiovöasküler kollapstan oluşan çok ağır ve hayatı tehdit eden sistemik anaflakside adrenalin intravenöz verilmesi gerekir. Intravenöz verilecek adrenalin 1/10.000'lık olacak şekilde sulandırılmalıdır (Şu sıralarda kullandığımız adrenalinler 1/2'lik (1 ml= 0.5 mg) ya da 1/4'lük (1 ml= 0.25 mg)tir. 1/4'lik adrenalini 1/10.000'lik yapmak için 1 ml 1/4 adrenalin 1.5 ml SF ile 2.5 ml tamamlamak gerekir). 1=10.000'lık sulandırılmış adrenalinden 0.1 ml/kg 10-20 dakikada bir tekrarlanarak hastanın durumu stabilleşinceye kadar verilebilir. Ya da daha iyisi hastanın durumu stabilleşinceye kadar 500 ml % 5 dextroz içine 1 mg adrenalin konulup 5-20 damla/dakikada devamlı infüzyon yapılabilir.
2- Enjeksiyon ekstremitenin distalinden yapılmışsa turnike uygulanır. Aynı doz adrenalin enjeksiyon bölgesine yapılır.
3- IVdamar yolu açılır, hipotansiyon varsa sıvı verilir.
4- Siyanoz varsa oksijen verilir.
5- Antihistaminik; Antazolin (antistin) ya da klorfenoksamin (sistral) 5 yaş altında 1/2 ampul, daha büyüklerde 1 ampul IMyapılır.
6- Kortikosteroid; Metilprednizolon (Prednol-L 20-40 mg ampul) 2 mg/kg (en fazla 60 mg) IMya da IVverilir.
7- Dispne ve wnaazing varsa Soblutamol; (Ventolin Nebules 2.5 mg ampul) 0.15 kg/kg dozunda nebulizatör ile verilir.
8- Adrenalin gerekirse 20 dakika ara ile 3 kez yinelenebilir.
Hasta stabilize edildikten sonra bir hastaneye nakledilir. Bu işlemleri yapmadan hastayı sevk etmeye çalışmak yaşamına mal olabilir.
*
DOSYA
TIPTA TEKNOLOJİ KULLANIMI
Sağlık alanında teknoloji kullanımı sınırlandırılabilir mi?
Farkında olarak ya da olmayarak tıp pratiğimizin önemli bir bölümünü teknolojiyle içiçe geçiriyoruz. Tıpta teknolojik uygulamalar gün geçtikçe karmaşıklaşır ve pahalılaşırken, teknolojiye olan bağımlılığımız da giderek artıyor. Daha yüksek teknoloji sunan ya da içeren tıp dalları önem kazanıyor ve sağlık hizmeti sunumuyla önemli gelirler elde etmenin yolu da giderek daha yoğun bir şekilde yüksek teknolojiden geçiyor. Ve artık tıptaki göze görünen ilerlemelerin çoğunluğu biyomedikal mühendislik laboratuvarlarında üretiliyor. Tüm bu yükselen bağımlılık bir yandan tıbbın kendisinin teknolojiyle özdeşleştiği bir durum yaratırken, farklı bir ses çıkarmak da gittikçe güçleşiyor.

Tıpta teknolojinin kullanımı artıyor
Tanı ve tedavi alanlarında teknolojik yöntemlere yönelim artmaktadır. Muayenenin subjektif ve güçlükle standardize edilebilir olması ve zaman alması hekimleri yardımcı tanı yöntemleri olan laboratuvar ve radyolojik tetkikleri asıl tanı yolu olarak kullanmaya sevketmeye başlamıştır. Teknolojiye duyulan güven, yüksek teknolojik yöntemleri tanı, tedavi takibi gibi alanlarda anamnez ve muayenenin önüne geçirmektedir. Tedavi alanında da basit ve rutin ameliyatlar yerlerini endoskopik, laparoskopik ve artroskopik operasyonlara bırakmakta; pahalı ilaçlar giderek daha yaygın biçimde kullanılmaktadır. Tıbbi hizmet alıcısının taleplerine kulak verme alışkanlığı da hep teknolojinin lehine artmaktadır. Ücretini cebinden ya da sigortasından karşılayabilen alıcı (yani hasta) hekimin yönlendirmesinin de eşliğinde daha yüksek teknolojik yöntemleri "terciheder" hale gelmektedir. İşin ilginç yanı, teknolojik yöntemler sözkonusu olduğunda hastanın "müşterileşmeyi" memnuniyetle karşılaması, eski yöntemler karşısında ise daha pasif bir konumda kalmayı sürdürmesidir.
Teknoloji tüm diğer endüstriyel ürünler gibi ürettiği hizmeti sunarken kendisine olan talebi de arttırır. Artan talep karşılanamaz hale geldikçe alıcı kitlenin o mala karşı bağımlılığı da artar. Bu kural tıp alanı için de geçerlidir. Böbrek transplantasyonundan, laparoskopik operasyonlara ve yoğun bakım ünitelerine kadar tüm yüksek teknolojik tedavi yöntemleri kendilerine ulaşılması güçleştikçe yerlerini sağlamlaştırmaktadırlar. İleri tanı yöntemleri için de benzeri bir durum söz konusudur. Hiçbir zaman gereken ve endike olduğu düşünülen her hastaya ileri görüntüleme yöntemlerinin uygulanması mümkün olamaz. Mali sorun çözülse teknik altyapı yetersizliği ortaya çıkacak, her ikisi de çözülse endikasyon alanları genişleyip yöntem daha da rutinleştirilecektir. Tüm yüksek teknoloji ürünleri kendilerine yönelik talebi körükleyip sundukları hizmeti kıtlaştırarak varoluşlarını garantiye alır, bağımlılığı artırırlar.

Sağlık hizmetini eşit dağıtmak
Toplum içinde eşit sağlık hizmeti sunumu ilkesi (diğer bir deyişle sağlık hizmetlerini toplumun tüm katmanları için ulaşılabilir kılma arzusu) sağlık hizmetlerinin kapitalistleştirilmesiyle birlikte ortadan kalkmaktadır. Yapılacak sağlık harcamalarının seçimi için "gerek duyulan yerde ve mümkün olduğu kadar" kuralı, yerini "uygulanabilecek olanı ödenebilecek kadar" kuralına bırakmaktadır. Bir tanı yönteminin kullanma endikasyonunu belirlemek için ekonomik koşullar çok daha belirleyici olmaya başlamaktadır. Kaldı ki bütünüyle sosyalleşmiş bir sağlık sisteminin yüksek teknolojiyi (bugün anlaşılan endikasyon ve gereklilik sınırıyla) eşit olarak dağıtması hiç mümkün değildir. Eğer hem bireysel ödeme ilkesi (hastanın cebinden ya da primini ödediği sigorta yoluyla) yerini sosyal, eşitlikçi ve kamusal bir anlayışa bıraksın, hem de teknoloji alıştığımız biçimde kullanılmaya devam etsin diye düşünülürse bu büyük yanılgı olur. Herşeyden önce teknoloji kapitalsit sistemin bir ürünüdür ve neredeyse doğal bir yasa gibi liberal uygulamaları gereksinir. Eşitlikçi sağlık hizmetini yüksek teknolojik yollardan sunmak hiçbir ülkenin (ve bütün olarak dünyanın) ekonomik koşullarının ve sınırlı kaynaklarının kaldırabileceği bir şey değildir. Oysa teknoloji gelişmesini kendisi için yaratılan rekabet ortamına borçludur. Sosyal sağlık hizmeti ise varolabilmek için zorunlu olarak teknolojiye olan yönelimi sınırlama yolunu seçecektir. Sınırlanan, endikasyonları daraltılmış bir teknoloji (hatta ilaç kullanımı) piyasa mekanizmaları içinde yaşayamaz.

Teknolojiyi sınırlandırmak mı?
Günümüzde yüksek teknoloji uygulamalarının sınırlandırılması gibi bir olgu çok seyrek olarak tartışılmaktadır. Aslında bu alanda sorunun temeli politikacıların sağlık hizmetini tam bir ticari faaliyet haline getirme çabalarının ötesinde, hekimlerin kendilerini bir girişimci ve teknik uygulayıcı olarak görmeye başlamalarında yatmaktadır. Daha iyi sağlık hizmeti vermenin teknolojik bir sınırı yoktur. Yüksek teknoloji ve pahalı ilaç kullanmayan hekimin sürekli birşeyleri atladığı ve yanlış yaptığı düşüncesi, oluşturulan sağlık piyasası tarafından ve yine hekimlerin oluşturduğu (kısmen belirli, kısmen belirsiz) bir baskı grubu tarafından aşılanmaktadır. Hekimler böyle bir bilimsel-teknolojik baskı altında kendi bireysel seçimlerini yapamazlar. Daha iyi olanı yapmak, daha yeni ve daha pahalı olanı kullanmak olarak algılandıkça teknoloji ve pahalı ilaç kullanımı sınırlandırılamaz. Eğer bir sınırlandırma düşüncesi tartışılacaksa önce hekimlerin kendi tıbbi uygulamalarını tartışmaya açabilmeleri gerekir.

Hekimler arasındaki ekonomik uçurum büyüyor
Teknoloji hekimler arasındaki ekonomik farklılığı da derinleştirmektedir. Daha teknolojik, uzmanlaşmış ve üst basamak hizmetleri veren hekimler, toplum sağlığıyla doğrudan karşı karşıya olan (çoğunlukla pratisyen ve bazı uzmanlık dallarından) hekimlerden ekonomik olarak kopmaktadırlar. Burada hekimin kamuda ya da özelde çalışmasından çok uzmanlık alanı önemlidir. Özel radyoloji merkezlerinin yaptığı prim uygulaması (etik yanı bir yana)bu açıdan da düşünülmelidir. Primin bir anlamı da "ne kadar çok teknoloji kullanırsan, o kadar çok kazanırsın"dır. Belki de sonunda (aile hekimliği yasası da çıkarsa) hekimlerin ekonomik durumlarını düzeltmeleri için bu yol iyice meşrulaştırılacaktır. Üstelik tanısal dallarda ve bazı özel alanlarda uzmanlaşmış hekimlerin girişimcilikleri de hekimler arasındaki sınıfsal uçurumları giderek derinleştirmektedir.
Eğer topluma yönelik, eşitlikçi bir sağlık hizmeti amaçlanıyorsa; ya da hiç değilse sağlık hizmetleri karşısında toplumdaki derin ayrılıklar biraz olsun azaltılmak isteniyorsa teknolojik tıp uygulamalarının sınırlandırılması tartışılmaya başlanmalıdır.
Yok eğer liberal, ticari nitelikli bir sağlık sistemi yaratılacak, daha doğrusu böyle bir sisteme doğru varolan hızlı kayma sürdürülecekse, teknolojinin eşitsizlikleri, merkezileşmeyi ve dışa bağımlılığı arttırıcı yönde gelişmeye devam etmesi, sistemin işleyişi için sorun yaratmayacaktır.

Teknoloji eleştirilerinin kaynağı
Bugün kullandığımız anlamıyla teknoloji, bilimsel araştırma süreçleri ve endüstriyel üretim biçimlerine bağlıdır. Teknoloji sözcüğünün anlamını "bir işi kolaylaştırmak için kullanılan her türlü yol ve araç" ölçüsünde genişletmek doğru sayılmaz. Büyük ölçüde kas gücü ve insan emeğinin kullanıldığı "teknikler", endüstriyel süreçleri, sistemli bilimsel çalışmaları ve herşeyden önce dışsal enerji girdilerini gerektirmediklerinden teknoloji olarak adlandırlamazlar. Dolayısıyla sanayi devrimi öncesinden beri kullanılmakta olan pek çok teknik teknoloji değildir. Teknolojinin çıkış noktasında bilimsel düşünce ve sanayi devrimi olduğuna göre, teknoloji eleştirilerinin çıkış noktasında da öncelikle endüstri toplumlarının eleştirisinin yeralacağı açıktır. Endüstriyel yaşam biçiminin eleştirisi yeşillerin ve çevre koruma hareketlerinin ana tartışmalarını oluştururken, bu hareketlerin yayılmasıyla tüm düşünsel ve politik akımları etkilemiştir.
Teknoloji eleştirileri sanayi devriminin hemen ardından romantik akımlar şeklinde başlamış, 19. yüzyılda doğaya dönüş hareketleri ve bazı anarşist hareketler içinde (Kropotkin gibi) yaygınlık kazanmıştır. Dünya savaşları sonrasında bugünkü anlamını kazanmaya başlayarak Marcuse'un sanayi toplumu eleştirileri, Bookchin'in sosyal ekoloji felsefesi, Illich'in ve Schumacher'in tüketim toplumu eleştirileri, ve hatta doğu felsefelerinin etkisiyle 70'li ve 80'li yılların 68 hareketinin ardılı olan yeşil hareketlerine kaynaklık etmiştir. Bugün yeşil, ekolojist, çevre korumacı ve benzeri hareketler değişik dozlarda anti-endüstriyalist ve anti-teknolojist nitelik taşırlar.
Teknoloji ve endüstri eleştirilerinin yaygınlaşması çevresel bozulmanın artışıyla eşzamanlıdır. Ancak bunun tek etken olduğunu düşünmek bakış açısını öylesine daraltır ki, tüm bu eleştiri nesneleri eninde sonunda bazı önlemlerle giderilebilecek yan etkilere indirgenebilir. Oysa teknoloji, çevresel bozulmanın ötesinde toplumsal yapının merkezileşmesini arttırarak, toplumdaki eşitsizlikleri körükleyerek ve kültürlerin özerkliğini ve kültürlerarası farklılıkları yıkarak tüm yaşama egemen olmaktadır. Çevresel bozulmanın teknolojinin ve teknolojinin varlığını borçlu olduğu endüstriyel üretimin bir yan etkisi olduğu düşünülebilirse, teknolojinin kendisinin de yalın bilimsel çabanın, yani"gerçeği arama" çabasının bir yan etkisi olduğu düşünülebilir. Tüm bunlar, teknoloji eleştirilerini "bilimsel düşüncenin eleştirilmesi" ve "ortaya çıkan çevre kirliliğinin daha ileri teknolojiler bulunarak çözümlenmesi"gibi iki büyük tuzaktan korumak için gereklidir.
*
Yüksek teknoloji ve sağlık ekonomisi
Dr. Günay Can*
Sağlık ekonomisi, daha çok sağlığa ayrılan payın kısıtlanmasına yol açan bir yöntem olarak algılanmaktadır. Türkiye'de uygulanan ekonomik programlar ve özellikle 90'lı yılların başından itibaren gündemimize giren Sağlık Reform Tasarılarıyla beraber anılması bunda etkili olmuştur.
Sağlık ekonomisi; politik yanını bir tarafa bırakırsak, eldeki kaynakları (insangücü, materyaller, finans)olabildiğince adaletli bir şekilde, önceliklere göre dağıtabilme amacıyla karar vericilere yardımcı bir bilim dalıdır. Bu özelliğiyle de bizim gibi kaynakları kısıtlı, gelişmekte olan ülkelerde fazlasıyla önem taşımak zorundadır. Bu aşamada sağlık ekonomistlerinin görevi tasarruf sağlamak değil, kaynakların sağlık sektöründe en verimli şekilde nasıl kullanılabileceğini göstermektir.
Sağlık ekonomisi bu işlevini yerine getirirken çeşitli yöntemler kullanır. Bunlar kısaca 4 bölümde ele alınabilir:
A- Maliyet-Kazanç: Bu analiz tipinde program veya uygulamaların maliyetleri parasal olarak ifade edilir. Aynı şekilde beklenen sağlık etkileri de parasal olarak ifade edilir. Örneği; "60 yaşın üstü kişilere grip aşısı uygulaması"nı içeren bir programı ele alalım. Öncelikle maliyeti hesaplamak gerekir:
Toplam maliyet [Tm]= (n x Aşının maliyeti) + (n x Sarf malzemeleri) + Bilgilendirme + Ulaşım (hem programın uygulayıcıları hem de faydalanan) + Personel giderleri + Aşının yan etkilerinin tedavisi + Çalışıyorlarsa kaybolan işgücü vs.
Görüldüğü gibi maliyetleri tam olarak yansıtmak oldukça zordur.
Kazanç= (Önlenen grip vakası x Gripli bir hastanın maliyeti)+ (Önlenen hastane masrafları + Kazanılan işgücü + Manevi kazançlar + Önlenen ölümlerin parasal ifadesi vs.
Gelir - Tm= Net kazanç
Bu analizde programın kazançlarının toplam maliyetlerden daha fazla olması gerekir. Karşılaşılan programlardan hangisinin Tm/Gelir oranı en düşük ise ekonomik açıdan seçilme nedenidir. Bu tür analizlerin en önemli avantajları, programların sağlık dışı sektörlerle de karşılaştırılabilir olmasıdır.
B- Maliyet-Etkililik: Bu analizler, maliyetleri ve etkileri farklı olan stratejileri karşılaştırmaya olanak sağlarlar. Bu tür analizlerde maliyetler yine parasal olarak ifade edilirken, programların etkileri beklenen sağlık çıktıları üzerinden belirlenir. Örneğin; kazanılan hayat yılı, önlenen gebelik, önlenen ölüm vs. Stratejilerin karşılaştırılabilmesi için aynı ünitede ifade edilmesi gerekir.
Örnek olarak bir bölge sağlık yöneticisinin, *A- Bir hastanede yanık ünitesi oluşturmak, *B- Bir hastanede yoğun bakım ünitesi kurmak, *C- Acil kurtarma organizasyonu kurmak gibi öncelikleri olabilir. Kaynakların yeterli olduğu durumda sorun yoktur. Ancak çoğunlukla kaynaklar yetersizdir ve yönetici bu üç seçenekten birini seçmek zorunda kalacaktır. Burada yönetici her seçeneğin toplam maliyetini ve sonucunu bilmek zorundadır. Yukarıdaki seçeneklerin maliyetlerinin ve etkilerinin aşağıdaki gibi olduğunu varsayalım. Burada beklenen etki olarak, yılda önlenen ölüm sayısı alınmıştır.
---------------------

Beklenen etki
Toplam (Önlenen Birim
Seçenek maliyeti ölüm/yıl) maliyet

------------------------
A 800.000$ 25 32.000$
B 1.000.000$ 40 25.000$
C 2.000.000$ 125 16.000$

--------------------------
Yöneticinin bu durumda maliyeti en az olanı değil (A seçeneği), maliyet/etkinlik oranı en az olanı seçmesi ekonomik açıdan en iyi yoldur (C seçeneği). Burada gerek maliyetleri gerekse etkileri belirlemek oldukça teknik bir iştir. Bu yazının amacı dışındadır.
Doğaldır ki maliyet/etkinlik analizinde en yüksek verim koruyucu programlarda alınabilir. Ancak politik açıdan bakıldığında bir yanık ünitesi veya dializ ünitesi açmak, politikacılara, ishalli hastalarla mücadele programları başlatmaktan çok daha cazip gelebilir.
C- Maliyet-Fayda (Yarar) Analizleri: Burada da maliyetler parasal ifade edilirken, beklenen sağlık çıktıları kalitatif açıdan değerlendirilir. Örneğin; bir klinisyen belki hayatın uzatılmasından çok, kalitenin sağlanmasına önem verebilir. Bu tür durumları değerlendirmek için "Kaliteli geçen yıllarn sayısı"(Quality Adjusted Life Years - QALY) kavramı gündeme gelmiştir.
D- Maliyetlerin minimizasyonu: Bu tür analizler aynı sorunun çözümüne yönelik programların maliyetlerinin en aza indirilmesidir. Örneğin; osteomiyelit'in ayaktan tedavisi, hastanede yatırılarak tedaviden daha ucuz olabilir. Veya aynı hastalığın medikal tedavisi cerrahi tedavisinden daha ekonomik olabilir.
Sağlık alanında ekonomi kurallarının uygulanmasına çok sık rastlanmamaktadır. Öncelikleri belirleyen çok sayıda değişken vardır. Sağlıkta yüksek teknolojinin kullanımı genellikle plansız bir gelişmenin de etkisiyle bu analizlerin dışında veya sadece maliyet kar analizi güdülerek yapılmıştır. Ancak burada sosyal kazançtan çok kurumsal veya kişisel karlar söz konusudur. Genellikle de toplumsal çıkarlarla ters düşer. Çünkü yüksek teknoloji kar amaçlı olarak planlandığı için birçok usulsüz uygulama kaynakların gereksiz sarf edilmesine neden olur. Özellikle de dışa bağımlılığı arttırır.
Sağlıkta yüksek teknolojinin kullanımını etkileyen en önemli unsurlardan birisi de bundan faydalananların bu konuda yeterli bilgisinin olmamasıdır. Bu teknolojiler tamamen uygulayıcıların kontrolüne bırakılmışlardır veya hastalar yanlış özendirmelerin etkisinde kalmışlardır.
Kısaca yüksek teknolojinin ancak zorunlu durumlarda kullanılması gerekir. Bunun için de endikasyonların net bir şekilde tanımlanarak bu teknolojilerin bölgesel ve ulusal bir çerçevede dağılımları planlanmalıdır.
Yüksek teknoloji kar amaçlı kullanımı, dışa bağımlılığı ve varolan kişilerarası adaletsizlikleri artıran yapısı nedeniyle sınırlandırılmalı veya kötüye kullanılması önlenmelidir.
* Halk Sağlığı Uzmanı. Cerrahpaşa Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
*
Gelişmekte olan ülkelerde teknoloji değerlendirmesi
Dr. Tessa Tan-Torres* /Çeviri:Dr. Ümit Şahin
Sağlık teknolojisi "sağlık hizmeti sunumunda sağlık çalışanları tarafından kullanılan teknik, ilaç, araç-gereç ve üretimlerin ve bunların dağıtımını sağlayan sistemlerin tümü" olarak tanımlanabilir. Teknolojinin giderek karmaşıklaşması, uygulama alanlarında seçim yapmanın giderek güçleşmesi, teknoloji değerlendirmesini vazgeçilmez hale getirmektedir. Bu durum; yanlış bir seçimin sınırlı kaynakların gereksiz yere harcanmasını ve borç yükünün artmasını sağlayabileceği ve hatta doğrudan doğruya beklenmeyen ölümlere yol açabileceği, sınırlı kaynaklara sahip ülkelerde özellikle önemlidir.

Teknolojinin rasyonel seçiminin önündeki engeller
Teknoloji değerlendirmesi güvenlik, etkinlik, etkililik ve kabul edilebilirlik konularının tümünü kapsayacak şekilde anlaşılmalıdır ve epidemiyoloji, ekonomi ve sosyal bilimlerin yaklaşımlarına gereksinim duyulur. Bu alanlar teknoloji seçiminde ne kadar önemli olsalar da, gelişmekte olan ülkelerde bu konularda eğitimli çok az sayıda insan bulunmaktadır. Varolanlar da genellikle akademik çevrelerde bulunurlar ve eğitim sorumluluklarıyla fazlasıyla yüklüdürler. Ayrıca bu kişiler iki ana zorlukla karşı karşıyadırlar:Sınırlı veri kaynakları ve bu tür çalışmalar için gereken finansal desteğin yokluğu. İstekli ve yetenekli araştırıcılar için genellikle bu engeller caydırıcı etki yapmakta yeterli olurlar.
Aynı zamanda halk genelinde yüksek teknolojiye yönelik bir önyargı da bulunmaktadır. "İyi" tıbbi bakım gelişmiş ve karmaşık olanla eşanlamlı kullanılır. Çoğu hasta için injeksiyon yoluyla yapılan bir tedavi bir tablet ya da şurup şişesinden daha değerlidir. Bir doktora başvuran her hasta kendine en azından bir reçete yazılmasını ve bazı testler yapılmasını bekler. Doktorlar da çoğu zaman hastanın beklentilerine uygun karmaşık teknolojik talepleri karşılamayı, daha basit çözümlerin neden daha tercih edilebilir olduğunu açıklamaya yeğlerler.
Teknolojiye yönelik bu talep, girişimciye dönüşen doktorlar tarafından çeşitli düzeylerde hizmet sunulan bir pazar yaratmıştır. Hastane bütçeleri yalnızca işletme masraflarına yeten ülkelerde doktorlar paralarını işleri için gerekli gördükleri aletleri almak için biraraya getirirler. Nitekim MRve BT cihazları, röntgen makineleri, ultrason, dializ ve taş kırma cihazları, elektrokardiyograflar, ekokardiyograflar ve lazer ekipmanları yatırımlarını kendileri karşılamak zorunda olan doktorlar tarafndan satın alınırlar. Bu durum, bu aletlerin gerekli ya da etkili oldukları düşünülen sınırların genişlemesini elde edilecek kazançlara bağlı kılabilecek bir durumu ortaya çıkarmaktadır.
İlaçların aksine tıbbi araç-gereç kullanımını etkililikleri temelinde belirleyecek bir kurum yoktur. Sıklıkla sağlık çalışanlarının ana bilgi kaynağı ilaç ve bilimsel ekipmanı üreten şirketlerce organize edilen sempozyumlar olmaktadır.

Ne yapılabilir?
Bazı endüstrileşmiş ülkelerde varolan ya da yeni ortaya çıkan teknolojileri değerlendirmek için kurumlar bulunmaktadır. Bunlar, önerileri raporlarının kabul görmesi ve yaygınlaşabilmesi oranında etkili olabilen, düzenleyici yetkiye sahip olmayan kurumlardır. Değerlendirmek güç olmakla birlikte yine de bunların klinik uygulamalar üzerinde bazı etkilerinin olduğu izlenebilmektedir. Bununla birlikte ürettikleri bilgi çoğunlukla randomize kontrollü çalışmalardan ve yapılan toplantılardan elde edilir; maliyet-etkililik analizleri ve benzeri değerlendirmelerden değil.
Gelişmekte olan ülkeler teknoloji değerlendirmesi için kendi kurumlarını oluşturmalı mıdırlar, yoksa bu tür teknolojilerin maliyetini karşılamaya gücü daha çok yeten ülkelerin hazırladığı raporlara mı bel bağlamalıdırlar? Özellikle maliyet-etkililik ülkeden ülkeye, hastalıkların ağırlığı, sağlık davranışı ve tıbbi mal ve hizmetlerin fiyatına bağlı olarak büyük oranda farklılık gösterebilir. İzlenen programın maliyet ve etkililiği, örneğin hastalığın prevalansına fazlasıyla bağlıdır ve çok duyarlı bir tanı testi bir ülkede en önemli gereksinim olabilirken, hastaların zaten çok belirgin semptomlarla ortaya çıktıkları bir başka ülkede gerekli olmayabilir. Bazı olgularda bir ülkede kabul edilen etkililik kanıtları bile bir diğerinde değerli olmayabilir.
Değerlendirme raporlarındaki öncelikler de ülkeden ülkeye değişecektir. Oral tifo aşısı normal olarak endüstrileşmiş ülkelerde halk sağlığı açısından öncelik taşımaz, tersine neonatal surfaktanlar da genellikle gelişmekte olan ülkeler için yüksek fiyatı ve sınırlı kullanım alanı nedeniyle değerli değildirler. Bazı sağlık sorunlarının etyoloji ve epidemiyolojilerinde de strok ve bel ağrısında olduğu gibi önemli farklılıklar olabilir. Dolayısıyla bunlar için kullanılması gereken teknolojiler de çok farklı olacaktır.
Tüm bu nedenlerle gelişmekte olan ülkeler kendi teknoloji değerlendirme uzmanlarını yetiştirmelidirler. Bununla birlikte bunun zaman alacak olması ve teknoloji ile ilgili bazı kararların bekleyecek durumu olmaması zaten varolan bazı bilgilerin mümkün olduğunca yerel gereksinimlere uydurularak kullanılmasını gerektirir.
* Dr. Tan-Torres Manila'da, Filipinler Üniversitesi Tıp Fakültesi'nin Klinik Epidemiyoloji bölümünde doçenttir.
World Health Forum'dan (vol. 16, 1995)kısaltılarak çevirilmiştir.
*
Tıpta teknolojinin abartılı kullanımı ve güncel bir örnek olarak osteodansitometri
Dr. Ümit Şahin*
Bu yazının amacı teknolojik tıp uygulamalarının ve ağırlıklı örnek olarak ele alacağımız osteodansitometrinin (kemik yoğunluk ölçümü) kullanım endikasyonlarını tartışmak değildir. Bu tartışma kontrollu çalışmaları ve ayrıntılı maliyet-yararlılık analizlerini gerektirir; oysa bu yazı için bir literatür taraması bile yapılmamıştır. Bunun amacı, yazıyı muğlak kalmak zorunda olan tıbbi kriterlere sıkıştırmaktan kaçınmak ve (spekülatif olma tehlikesini göze alarak) daha sosyal ve politik açılımlara ulaşmaktır.
Teknolojinin tıpta kullanımı üzerine yazılan pekçok makale öncelikle teknolojinin (belirli ölçülerde de olsa) zorunlu olduğu öncelemesi ile başlar. Bunun nedeni sadece verili durumun bunu gerektiriyor olması yada hekimlerin bu teknolojist bakış açılarını mutlaklaştıran bir paradigmanın egemenliği altında yetiştiriliyor olmaları değil; aynı zamanda bunun kabul edilebilir tek bilimsel yol olduğuna fazlasıyla iman edilmiş olmasıdır. Oysa aynı yaklaşımın yerleştirildiği tıp fakülteleri bir yandan da anamnezin ve fizik muayenenin ne kadar önemli olduğunu; hastalıklardan korunmanın tedaviye göre ne kadar tercih edilir olduğunu da (artık arkaik olmaya başlayan bir söylemle) savunmaya devam etmektedirler. Bu durum, bir tür benlik bölünmesi olarak kabul edilebilir, çünkü her iki durumu birlikte savunmak, yani önceliği hem "sanatsal" tıp uygulamalarına, hem de teknolojiye vermek gerçekçi değildir. Teknolojinin baskın hale getirildiği bir sistem bunu kaldıramaz. Bunu daha açık ve osteodansitometri örneği üzerinden anlatmaya çalışalım.

Ne için osteodansitometri?
Osteodansitometri, kemik mineral yoğunluğunun ölçülmesini amaçlayan radyolojik bir tetkik yöntemidir. Diğer radyolojik uygulamalardan farkı uygulama kolaylığı ve çok düşük olduğu söylenen ışınlanma riskidir. Osteodansitometri uygulaması sonucu elde edilen bulgular genellikle osteoporoz hastalığının tanısına koymak ve tedavi takibini yapmak için kullanılmaktadır. Bugünlerde yaygın olarak kullanılan DEXA yöntemi ve bunun öncüleri olan SPAvb. yöntemler benzer mantıklarla kemik yoğunluğunu ve buradan giderek osteoporoz ve buna bağlı kırık oluşma riskini saptamaya çalışırlar. Osteoporoz hastalığı ise doğası gereği belirli özelliklere sahip insanları seçer, yani belli risk grupları vardır. Bu anlamda osteoporozun, örneğin kızamık gibi sıklıkla çocukluk çağında görülen bulaşıcı hastalıklardan pek bir farkı olmadığı söylenebilir. Yani hastalık yaş ve cinsiyete göre belirlenen bir risk grubuna büyük ölçüde maledilebilir. Dolayısıyla osteoporozun (fizyolojik bir olay sayılıp sayılamayacağı tartışmalarına hiç girmiyorum) önemli bir sağlık sorunu olarak görülmesi ve söz konusu "risk grubu" özelliği nedeniyle önlenebilir bir hastalık gibi kabul edilmesi mümkündür. İşte osteodansitometri burada devreye girerek sözü edilen tanı ve tedavi takibinde kantitatif destek sunma görevini üstlenmeye çalışmaktadır.

Kullanım değil tüketim
Pahalı ileri teknoloji uygulamalarının önemli hastalıkların tanısında kullanılması alışılmış bir durumdur. Gerçekte osteoporozun "ağır" bir hastalık şeklinde ortaya çıkması ise (yani kırıkların ve şiddetli kemik ağrılarının görüldüğü şekilleri) görece çok yaygın bir durum sayılmaz. En azından osteodansitometrinin diğer bazı görüntüleme teknolojilerindeki yaygın kullanıma erişme şansı normal şartlarda sınırlıdır. (Bir ultrason cihazının böbrek taşından gebelik takibine dek çok değişik alanlara hizmet verdiğini anımsayın. Pek çok cihaz için geçerlidir bu durum, ama yalnızca bu özellikleri onları kurtarmayabilir ki bu başka bir yazının konusu.) Oysa yalnızca kliniği yerleşmiş osteoporoz olgularında (buna osteomalazi, osteopetrozis gibi hastalıkları da ekleyebilirsiniz, pek bir şey değişmez) kullanımı, osteodansitometrinin piyasa koşullarında yaşama ve yaygınlaşma şansını son derece azaltacaktır.
İşte bu nedenle günümüzde osteodansitometri bir koruyucu hekimlik aracı gibi sunulmaya başlanmıştır. Bu merkezlerin yaptıkları tanıtımlar, yada cihazları üreten firmaların desteklediği bilimsel sunumlar, osteoporozdan korunmanın en garantili yolunun düzenli kemik yoğunluğu ölçümü ile takip edilmek olduğunu yaymaktadırlar. Bu propaganda yine çoğunlukla bu firmaların desteklediği araştırmalalarla desteklenmekte, bu araştırmalar da yine aynı sektör (cihazı üreten-ithal eden firma + kullanıcı merkez) tarafından desteklenen dergilerde yayınlanmaktadırlar. Mevcut cihaz sayısının ve merkezlerin artması bu yönlendirme mekanizmalarıyla mümkün olabilmektedir. Yani oluşturulan piyasanın yaşaması ve büyümesi, diğer piyasalardaki yollar izlenerek sağlanmaktadır. Verilen hizmetin tüketimi arttırılmaya çalışılmakta, reel tüketim gerçek endikasyonlarla yeterince artmayınca ikincil ve çok inandırıcı tüketim seçenekleri sunulmaktadır.

Osteodansitometri koruyucu hekimlik aracı mıdır?
Konuyla ilgilenen herkesin kolaylıkla gözlemleyebileceği gibi, bu durum osteodansitometrinin son yıllarda giderek artan bir şekilde kullanılmasını getirmiştir. Üstelik bu kullanım kimi uzmanlık alanlarında direkt radyografiler gibi rutine alınmaya başlanmıştır. Uygulama kolaylığı, riskin az oluşu ve en önemlisi osteoporoz gibi daha tanımı üzerinde bile tam anlaşılamamış bir hastalık için kullanılması ile sayısal bir veri sunması, kuşkusuz hekimin (hem kendi, hem hastası nezdinde)çok bilimsel çalışıyor olduğu imajını doğurmaktadır. Bazı osteodansitometri merkezi tanıtımlarında, bu uygulamanın herkes için her yıl yapılan bir rutin tetkik haline getirilmesi gerektiği işlenmekte, dahası bilimsel oturumlarda menapoz çağına girmiş kadınlarda osteodansitometrinin (vaginal smearda olduğu gibi)her yıl mı, yoksa altı ayda bir mi zorunlu hale getirilmesi gerektiği gibi konular tartışılmaktadır. (Üstelik tek sorun buymuş gibi kemik yoğunluğu yaş grubu değerlerinin toplumumuza uygun olmadığı eleştirisi yinelenip durmaktadır, ki bu bile osteodansitometrinin rutin hale getirilmesini meşrulaştırmaya yaramaktadır.) Oysa hiçbir koruyucu hekimlik uygulaması bu kadar pahalı ve ileri teknolojik yöntemlerle yapılamaz, hiçbir koruyucu hekimlik uygulaması yukarı sosyo ekonomik seviyelere ayrıcalık sağlayacağı bilindiği halde savunulamaz ve halk sağlığını geliştirmek yerine toplumdaki sağlık düzeyleri uçurumunu açmak için kullanılamaz. Birçok bulaşıcı hastalığın aşısı bile (Hepatit B gibi) benzer nedenlerle yaygınlaştırılamazken, tanımı bile tam olarak belirlenmemiş bir hastalığın önlenmesi için, ne kadar etkili olduğu bile belli olmayan pahalı teknolojik bir uygulamanın kullanımı körüklenemez. Sadece bazı uzmanlık alanlarındaki hekimlerin gerekli görmeleri (hatta bazı çıkar ilişkileri), koruyucu hekimlik ve halk sağlığı ile ilgili evrensel gerçekleri ve kuralları değiştirecek değildir.
Bunun yanısıra sınırı belirsiz bir risk grubu üzerinde, sınırı belirsiz yakınma grupları için, sınırı belirsiz aralıklarla kullanılıyor olması (buna belki esnek bilimsellik ilkesi diyebiliriz) osteodansitometrinin araştırmalarda kullanılması için de büyük bir kolaylık sağlamaktadır. Osteodansitometriyle sayısız tarama, sayısız ilaç takibi vb. yapılabilinir, bu kolaylık bazı durumlar için gerekli yayın sayısını tutturmak açısından önemli bir fırsat yaratabilir ve üstelik bu alan hala çok fazla yeni görünmektedir.
Konunun hastaya yönelik boyutunu da unutmamak gerekiyor. Hastalar artan teknolojiden her zaman kolaylıkla büyülendikleri ve osteoporoz hastalığı hastalara yönelik olarak "kemik erimesi" gibi dramatik bir biçimde Türkçeleştirildiği için, piyasa işleyişinin talep ayağı (hastanın belirleyebildiği kısmıyla) kolaylıkla şişirilebilmektedir. Kuşkusuz bu talep provokasyonunun etik boyutu uzun uzun incelenmelidir. (Kaldı ki bu durumun örneğimize sınırlı olmadığını da unutmamak zorundayız.)

Nereye kadar?
Osteodansitometri tıp alanına giren diğer teknolojik gelişmelerin pek çoğu gibi tıbbi gibi gösterilmeye çalışılan ticari gerekçelerle büyük bir hızla yaygınlaştırılmaktadır. Piyasa koşullarında ileri teknolojiye dayanan tıbbi uygulamalar da ancak bu şekilde, yani gerçek endikasyonları bilimsel olarak (tıbbi ve ekonomik yönleriyle) tam anlamıyla ortaya konmadan yaygınlaşabilirler. Bugüne kadar hep böyle olmuştur ve tıp alanındaki teknolojist bakış açısı yıkılmadığı sürece de korkarım böyle olacaktır.
* Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uz., Cerrahpaşa Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı Doktora Öğrencisi
*
GÜNDEM
İSTANBUL TABİP ODASI BAŞKANI PROF. DR. ORHAN ARIOĞUL
VE TÜRKİYE GAZETECİLER CEMİYETİ BAŞKANI NAİL GÜRELİ İLE SÖYLEŞİ:
"Hedef, sağlıklı sağlık haberleri ve iyi hekimlik"
İstanbul Tabip Odası, TürkiyeGazeteciler Cemiyeti ve Eğitim Sağlık Muhabirleri Derneği; Ağustos 1996'dan bu yana her ayın ilk çarşamba günü Basın Müzesi'nde tüm hekimlerin ve gazetecilerin katılımına açık olarak yapılan aylık ortak toplantılarda biraraya geliyorlar. Basında sağlık haberlerinin daha sağlıklı yer almasının amaçlandığı bu işbirliğinin sonucunda açılan "Sağlık Muhabirleri Meslek İçi Eğitim Kursu" da Tabip Odası'nda sürüyor. İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Orhan Arıoğul ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nail Güreli ile, başlatılan işbirliği konusunda yaptığımız söyleşiyi sunuyoruz:
İstanbul Tabip Odası ile Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC)ve Eğitim Sağlık Muhabirleri Derneği (ESAM)arasında böyle ortak toplantılar düzenleme fikri nasıl doğdu?
ARIOĞUL: Uzun zamandır İstanbul Tabip Odası üyeleri basının sağlıkla ilgili olayları ya da kendi kurumlarındaki olayları zaman zaman istenmeyen biçimde ele alışından yakınıyor, bunun düzeltilmesini istiyorlar. Bu arada basın da özgür. Yani bizim manipüle etmemiz, bizim yönlendirmemiz sözkonusu değil. Yine de yapılacak bir takım işler olmalı diye düşündük ve önce aramızda bir iletişim kuralım dedik. Tabii ESAMve TGC ile bağlantı kurmamız gerektiğini düşündük. TGCBaşkanı Nail Güreli, ESAMBaşkanı Sibel Güneş olaya sıcak baktığı için her ay Basın Müzesi'nde biraraya gelmeye başladık. Öncelikle o ay içinde basında çıkan haberleri analiz eden bir grup arkadaş bunun sonuçlarını ortaya koymaya başladılar. Bir ayda ne kadar sağlık haberi çıkıyor, bunun ne kadarı magazinel, ne kadarı şarlatanlarla ilgili gibi ayrıntılı bir çalışma sundular bize. Bir gerçek ortaya çıktı:Basında çıkan haberlerin önemli bir kısmı magazin haberi tarzında sunuluyor. Bir kurs yapabilir miyiz acaba diye düşündük. Bunu bir meslek içi eğitim kursu olarak düşündük. Bu şekilde de sağlık haberciliğinin ileride daha sağlıklı bir dal olabileceğini ve kendimize dönersek hekimleri daha tatmin eden haberler çıkabileceğini düşündük. Bu uzun bir süreç.
Hekimlerin ihtiyaç hissettiği ortada, gazeteciler bu kursa nasıl bir ihtiyaç hissediyor?
GÜRELİ: TGColarak temel amacımız basının işlevini sağlıklı olarak yapmasıdır. Basının temel işlevi de okura sağlıklı haber vermektir. Haberde yanlışa düşmemek gerekir. Habere süratle ve özgürce ulaşmak gereklidir. Bazen hatalara kasıtlı olmadan düşmek kaçınılmazdır. Bu özellikle sağlık sektörü açısından önem taşıyordu. Çünkü sağlık bilimsel bir uzmanlık alanıydı. Bunun yanısıra sorumsuzca, araştırmaya girişmeden, hele hele hiç tasvip edilmeyecek şekilde kasıtlı olarak haber yönlendirildiği ya da saptırıldığı zaman bu açıkça meslek kuralarının ihlali demektir. Bütün bunları gidermek, yani hem saptırmaları, yönlendirmeleri önlemek, hem de sağlık muhabirlerinin habere daha rahat ulaşabilmeleri, bir takım maddi bilgileri, bilimsel ve teknik açıklamaları yetkili kişilerden rahatça alabilmelerini sağlamak bir ihtiyaçtı. Bu amaçla İTOile birlikte ortak çözüm yolları aramaya koyulduk. Benim çok önemli gördüğüm bir gelişmeyle bir sağlık danışma kurulu oluşturuldu. Bu kurul çeşitli dallarda uzman olan kişilerden meydana geliyor. Sağlık muhabirlerinin onlara günün 24 saati ulaşabilmeleri için telefon numaraları verildi. Böylece sağlık muhabirleri ihtiyaç duydukları zaman danışma kurulu üyelerine başvurabilecekler. Bu, kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi açısından önemli bir gelişme.
Kurs ve ortak toplantılara sağlık muhabirlerinin yaklaşımları nasıl, katılımları yeterli mi?
GÜRELİ: ESAMüyesi arkadaşlardan aldığım bilgiye göre katılım iyi. Sağlık muhabiri arkadaşların çoğu bu toplantılara katılıyorlar. Aslında sağlık muhabirliğinin eğitim muhabirliğinden de bağımsız olarak tüm gazete ve televizyonlarda başlıbaşına bir habercilik alanı olarak kabul edilmesinde yarar var. Tıpkı ekonomide olduğu gibi. Ekonomi kadar geniş olmasa bile yine bugünkünden geniş olarak her gazete ve televizyonda olması hatta sayılarının ikiye üçe kadar çıkarılmasında fayda var. Bir de sağlık muhabiri arkadaşların bu kurslarda da dile getirilen bir yakınmaları var:Hastane muhabiri denilen amatör kişilerin varlığı ve çalışmakta oluşu. Onlar tabii uzmanlaşmamış, kadrolu olmayan, tecrübesiz kişilerden oluşuyor. Profesyonel, deneyimli sağlık muhabirlerinin sayısı arttırılarak bu tür sakıncalar da giderilebilir.
Bu ortak toplantılarda tartışılan konulardan bir örnek vererek nasıl bir tartışma yöntemi izlediğiniz üzerinde durabilir misiniz?
ARIOĞUL: Önce genel bir bilanço yapılıyor. Bazı haberlerde temel kavram bozuklukları var. Aşı faciası haberleri bunlardan biri. Aşıyı suçlayan bir şekilde haber veriliyor. Bu tabi toplum sağlığı açısından bakıldığında çok ciddi sorunlar doğuruyor. Görsel basında da görüyoruz. Bir haberde birkaç aylıkken BCG yapılmış bir çocuğun 14 yaşındaki zeka geriliği BCG'ye bağlanıyor.
GÜRELİ: İşte bu örnekte mesela danışma kurulunun devreye girmesi gerekir. Muhabir arkadaş bu konuda belirlenmiş uzman kişiye telefon açıp değerlendirme alırsa bu sorun çözülür.
ARIOĞUL: Çok doğru. Biz de bu olayda danışma kurulu üyelerimizden birini hemen görevlendirdik. Türkiye'de zaten Tbc artıyordu. Basın kuruluşları bu haberlerin ne kadar sakıncalı olduğu konusunda uyarıldı. Bir de bu toplantılarda o ayın en kötü sağlık haberini seçip ödüllendiriyoruz. Bunlardan birinde mesela bir meslektaş erkek çocuk sahibi olmak için diyet tarif etmiş.
Bu örnekte olduğu gibi hekimlerin bu tür haberlerde rol alması da gayet sık görülen bir şey.
ARIOĞUL: Gayet tabi. İşte biz o olayı mümkün olduğu kadar demokratik yapımız içinde görmek, ele almak ve olayın eğitim boyutuna ağırlık vermek durumundayız. Bir kişi o sözü söyleyebilir ama medya da bunu topluma duyururken daha çok sorumluluk sahibidir.
Acaba sağlık muhabirlerinin eğitilmeleri ya da danışmanlar tarafından doğru bilgilendirilmeleri haberin doğru yansıtılması için yeterli olacak mı?Yani bazen içerikte bir problem yokken, başlıkta ya da fotoğrafta bir yönlendirme olabiliyor. Bunu da muhabirler yazıişlerinin müdahalesine bağlıyorlar. Bunu önleme yolu var mı?
GÜRELİ: Bunu da tabi tek boyutlu değerledirmemek gerekir. Örneğin son anda sayfa düzenlenirken yazı uzun gelince bir blok atılmaktadır, yazı içinde başlığa çıkarılan bir kısım tesadüfen o bloktan alınmıştır. Bakıyorsunuz yazının içinde olmayan bir husus başlığa çıkmış. Sonra tabii her muhabir kendi haberini önemser, uzun ve ayrıntılı yazar. Ama yazıişlerine çeşitli haberler gelir, hepsi de uzundur. Yazılar o günün gündemine göre yeniden değerlendirilir ve kısaltmaya, yeniden yazılmaya tabi tutulur. Redaksiyon denilen olay. Bir üçüncü tarafı ki bence özürü kabul edilemeyecek tarafı, haberin okura daha cazip gelmesi amacıyla yazıişlerinde yapılan saptırmalardır. Genel ilkedir tabii haberde yorum yapılmaması gerekir. Bu çok klasik bir meslek ilkesi. Ama anlayışlar, değer ölçüleri her alanda olduğu gibi değişiyor. Günümüzde diğer ülke basınlarında da tartışılan bir nokta var ki haberde gerçeği saptırmadan, maddi hataya düşmeksizin, okurun ilgisini daha çok çekmek amacıyla bir takım yorumlar yapılabilir.
Bir de reklama yönelik haberler verilebiliyor. Falanca yerde tedavi için bir merkez açıldı. Şu hastalığın çözümü artık burada mümkün deyip, bir de onun telefonunu adresini verip yayınlamak ne kadar doğru?
GÜRELİ: Hiç doğru değil tabi bu kabul edilebilir bir olay değil. Zaten bu ortak çalışmalarda bu konu üzerinde de duruluyor. Basının bir reklam aracı olması kabul edilemez, ama bir tıp mensubunun basını bir reklam aracı olarak kullanmayı düşünmesi de düşünülemez. Değişen değer ölçüleri açısından bu konuda da bir şeyi eklemek yerinde olur. Artık iletişim o kadar yayıldı, gelişti ve reklam sektörü de o kadar büyüdü ki sözkonusu bir haber içinde geçen firma isminin ya da bir fotoğrafta görünen tabelanın reklam olarak etkili olması kabul edilmiyor. Bir de başarılı bir olaysa, başarılı bir çalışma yapmışsa bir kurum bu tür bir haber normal karşılanabilir. Tabii haberin haksız rekabete yol açacak şekilde olmaması lazım, kötüye kullanılmaması lazım, sırf reklama dayanmaması lazım.
ARIOĞUL: Bir olayın olumlu yönünü verdiğiniz zaman o reklam oluyor ama haber olması için olumsuz yönünü vermeniz gerekiyor tarzında bir düşünce geçerli mi? Bir iki örnek vererek vurgulamaya çalışayım. Biliyorsunuz bir basın mensubu trafik kazası geçirdi, olay üzerine İstanbul'daki acil sorunları incelenmeye başlandı ve "acil rezaleti"diye sürekli bir haber dizisi haline getirildi. Acillerde tabii çok önemli sorunlar olduğunu biliyoruz. Ama olaya baktığımız zaman bu sorunun hastane içinde halledilmesi gereken bir sorun biçimine indirgendiği görüldü. Yine bu haber dizisi içinde kaza geçirenin bir kamu hastanesine değil de bir özel hastaneye gitse kurtulabileceği söylendi. Çünkü orada herşeyin çok çok iyi, çok çağdaş yürüdüğüne ilişkin o kuruluşların yöneticilerinin ifadelerinin yer aldığı haberleri de gördük. Gerçeğin bu olmadığını biliyoruz. Ama o haberi yönlendiren kişinin buradaki aksaklığı kamu kurumuna odaklayıp getirmiş olduğunu görüyoruz. Bu yanlı, önyargılı bir tutum. Ne insafa, ne bağımsız düşünceye sığar. Basın bugün sermaye tekellerine bağımlı, eskisi kadar özgür gibi değildir. Kamu kurumundaki olumsuzluklar elbette yansıtılacaktır ama sorunun temelinde neler olduğunun bilinciyle yansıtılacaktır. Sağlık haberleri de o habercinin bilinçlenmesi kadar onu yöneten basın kurumu yöneticisinin eğitimini de önemli kılıyor.
GÜRELİ: Temelde sadece olumsuzlukların ağırlıklı yer almasını doğal karşılamak gerekir. Basının ağırlıklı görevi de zaten aksaklıkları yansıtmasıdır. Bir nevi ayna görevi. Tıp dünyası açısından bakıldığında, kamu ile özel hastaneler arasında bir ayrım haberin tarafsızlığı açısından doğru değildir. Ama görüş olarak kamuoyunun çeşitli kesimlerinde kamu ve özelleştirme tartışması var. Özelleştirmeyi de, kamu hizmeti olmasını da savunmak kabul edilebilir çoğulcu bir sistem içinde. Şahsen ben de sağlığın kamu hizmeti olması gerektiğini düşünüyorum ama karşı görüşte olanların da özgürce yazıp çizmesinden yanayım.
Bir görüşü ortaya atıp onu kanıtlamak için haber aramak gibi bir sorun yok mu?Örneğin sürekli SSKhastanelerini kötüleyici haberler yapılıyor.
GÜRELİ: Verdiğiniz bilgiler doğruysa yansıtılır. Bu bilgiler SSK'nın aleyhine sonuç veriyor diye görmezden gelmek düşünülemez. Ama gazetenin karşı görüşü de vermesi gerekir. Gerçek o kurumun aleyhindeyse basın o kurumu kötülemek için bu haberi veriyor dememek lazım. Bu maksatla yapanlar belli bir ölçüde gerçeği kullanmış denebilir. Ama gerçeği saptırmak başka, yorumlamak başka.
Bu toplantılardan beklentilerinizin yerine gelmeye başladığını hissediyor musunuz?
GÜRELİ: Daha erken. Hepimizde geçmişte yaşanan olayların yarattığı bir koşullanma vardır. Bunlardan biri de yöneticiler arasında gazeteciye uzak durma, şeffaflığı benimsememe gibi bir tavırdır. Habere ulaşmak rahatlarsa bilgiye ulaşmadan habere varanları eleştirmek de kolaylaşacaktır. Ben bu ortak çalışmalarımızın zaman içinde olumlu sonuçlar vereceğini ümit ediyorum. Bu bizim basın içinde fazla örneği olmayan meslek içi eğitimin de bir pilot uygulamasıdır. Burada başarılı sonuçlar alınırsa bunu diğer habercilik alanlarına uygulamak şansına da ulaşacağız.
ARIOĞUL: Bu ilk gruptaki arkadaşlar bizim için çok önemli. Çünkü bu arkadaşlar ilerde bu konuda daha bilinçli bir meslek grubu oluşurken çekirdek kitleyi oluşturacaklar. Belki bir de, basın ahlak ilkelerinden soyutlamaya çalışmıyorum ama, adını koymasak bile bir sağlık haberciliği etiği oluşacak gibi geliyor, bu arkadaşlar bu mesleği sahiplendikçe.

SİBEL GÜNEŞ(Eğitim ve Sağlık Muhabirleri Derneği Başkanı): "Eğitilmiş gazeteci, sağlıklı haber"
Eğitim ve Sağlık Muhabirleri Derneği, tam beş yıldır, "Eğitilmiş gazeteci, sağlıklı haber"anlayışına uygun bir biçimde faaliyetlerini sürdürüyor. Gazetecilikte uzmanlaşmanın yerleşmesi, meslek ahlakının sorgulanması ve korunması bizim derneğimizin kuruluş nedenini oluşturuyor.
"Çağının tanığı"olarak tanımlanan biz gazetecilerin, Türkiye gibi toplumsal hafızanın çok zayıf olduğu bir ülkede çok önemli bir sorumluluğu var. O da uzman olduğumuz dalda olayların dününü, bugününü bilen, yarın nasıl gelişebileceğini yorumlar bir düzeyde ve bilgi birikimine sahip olmaktır.
Tabii haber kaynaklarıyla kurulacak nitelikli ilişkilerin de bu birikime büyük katkı sağlayacağı son derece açıktır. ESAMolarak İstanbul Tabip Odası ile özlediğimiz bir platformda birlikte olmanın keyfini yaşıyoruz. "Gazeteci-haber kaynağı"ilişkisi dışında, "düşünen, tartışan ve sorgulayan"aydın insanların güç birliğini de bu toplantı dizisiyle yakaladığımıza inanıyorum. "Sağlık Haberlerini Değerlendirme Toplantıları", Babıali'de bir "ilk"tir. Ve bu toplantıda ESAM'ın, İTOİletişim Komisyonu'nun ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti temsilcilerinin değerlendirilmesiyle sınıflanan haberler, gazetelerdeki sağlık muhabirlerine ve yazı işleri müdürlerine fakslanmaktadır. Yani "hatalı ve eksik"haberin takip edildiği ve sorgulandığı mesajı verilmektedir.
"Sağlık Muhabirliği Meslek İçi Eğitim Kursu"da gazetecilikte uzmanlaşmanın yerleşmesi için verdiğimiz mücadele yine alanında bir "ilk"tir, çok özel ve anlamlı bir örnektir. Bu kursa, gazetelerde sağlık alanında çalışan genç gazetecilerin yanısıra iletişim fakültesi öğrencileri de katılıyor. Biz "gazeteci doğulmadığını, bu alanda eğitim görüp, istekle özveriyle"çalışarak gazeteci olunacağını düşünüyoruz. Kursa katılan iletişim fakültesi öğrencileri bizim için çok büyük önem taşıyor. Geleceğin gazetecilerinde "sağlık haberciliği" ile ilgili ilkeleri, bilgileri verebilmenin heyecanını taşıyoruz.
Medyada "sağlıklı sağlık haberi"anlayışının oturması, uzmanlaşmanın pekiştirilmesi ve özendirilmesi için başlayan ESAM, İTO ve TGS arasında işbirliğinin önümüzdeki yıllarda da süreceğine inanıyorum.
*
Biz de Ankara'ya gittik...
Dr. Önder Alpdoğan
Son günlerde herkes Ankara'ya gidiyordu. İşçiler, memurlar, çeşitli siyasi partiler. En sonunda bize de sıra gelmişti. TTB'nin 21 Aralık Temsilciler Meclisi toplantısına katılmak üzere İstanbul'dan, içlerinde yöneticiler, çeşitli komisyon üyeleri ve hastane temsilcilerinin de bulunduğu 30 kadar hekim cumayı cumartesiye bağlayan gece Fatih Treni ile Ankara'ya hareket ettik. Bir grup arkadaşımız da arabalarıyla Ankara'ya gitmeyi tercih etmişlerdi. Grubun başında genç bir delikanlı olarak Orhan Hoca vardı.
Tren kalktıktan kısa bir süre sonra hemen lokanta kısmına geçildi. Keyifler biralar ile köpürtüldü. Kahveler, çorbalar DDY'nin hoş fincan ve kaseleri ile içildi. İTO'nun hekim hareketinin sorunları derinliğine tartışıldı ve sabaha hazırlık yapıldı. Sabah uyku mahmurluğu içinde Arkara'ya inerken hoş bir sürpriz bizi bekliyordu. Bir grup hekim ile birlikte Merkez Konseyi üyesi Sedat Abbasoğlu elinde çiçeklerle bizi karşıladı. Orhan Hoca'ya çiçekleri takdim etti. Kısa bir şaşkınlıktan sonra Hoca da çiçekleri kafilenin genç bayan hekimlerine iletti. Böylelikle güne sevgi ve dostlukla başlamış olduk. TTB'ye ulaştığımızda nefis bir kahvaltı bizleri bekliyordu. Türkiye'nin dört bir yanından gelen diğer erkencilerle bir aradaydık.
Saat 9.30 civarı toplantının yapılacağı AnkaraTıp Fakültesi Morfoloji Binası'na ulaştık. Toplantı TTBBaşkanı Füsun Sayek'in konuşması ile açıldı. Füsun Abla çeşitli gazete küpürleri ile Sağlık Bakanlığı uygulamalarını kendi yumuşak üslubu ile hicvediyordu. Daha sonra Genel Sekreter Eriş Bilaloğlu 1980'den 1996'ya sağlık politikalarını multivizyon gösterisi ile sundu. Son 16 yıldır iktidarlar hekimlere karşı pek iyi niyetli değildi. Hekimleri ağaca bağlamak isteyenlerle balyoz gibi üstüne binmek isteyenler vardı ve reel ücretlerimizi ise ancak mücadele ettiğimiz dönemlerde arttırabiliyorduk. Bu arada çeşitli hekim milletvekilleri ve konuklar söz aldı. Mümtaz Soysal, Mehmet Salih Yıldırım, Sema Pişkinsüt aklımda kalanlar. Milletvekilleri TBMM'den biraz ümitlerini kesmiş gibiydiler, gelişmeleri daha çok parlamento dışı toplumsal muhalefete, sivil toplum örgütlerinin çalışmalarına bağlama eğilimindeydiler. Bu ruh haliyle milletvekilliği yapmanın zor bir zenaat olduğu aklımdan geçti. Devam edelim...
TTB MK üyesi Ata Soyer, Türkiye'deki faili meçhul cinayetler haritası ile Polio aşısının az yapıldığı yerlerin haritasının neredeyse aynı olduğunu vurguladı. Güneydoğu'da sağlıksız bir durum vardı ve çocukluğunda polio aşısı olmayanların faili meçhul'e gitme olasılıkları artıyordu. Ata Soyer'den sonra toplantının nispeten yaşlı hekimleri temsil eden, ama gönlü hala genç hocamız Kazım Türker söz aldı.
Hoca, ilaç çalışmalarından ve uluslararası tekellerin bizim gibi geri ülkeleri bir deney laboratuvarına çevirme eğiliminden söz etti. 1993-1995 arasında sağlıktaki birçok temel sorunla ilgili hiçbir yasa çıkmazken ilaç araştırmaları, etik kurullar, biyoyararlanım yasaları gibi ardarda yürürlüğe giren görünüşte iyi niyetli yasaların, yönetmeliklerin arkasında başka bir düşünce var mıydı?Hoca bir yandan da uluslararası şirketlerin önerdiği çalışmaları Türkiye'de yapmak için didinen akademisyenlere içerliyordu. Ben de çeşitli ilaç araştırmaları yapan bir grup içindeydim ve Hoca'nın sözlerini kafamda kolayca hatırlayacağım bir yere yerleştirdim.
Kahve molası için dışarı çıktığımda Türkiye'nin dört bir yanından gelen sınıf arkadaşlarıma, bir üst ve bir alt sınıftakilere rastladım. Kamuran Diyarbakır Tabip Odası Yönetim Kurulu'na girmiş. Diyarbakır'dan memnun. Yaşlandık dese de aslında çok da değişmemiş. Metin Göklü Kocaeli Tabip Odası Başkanı olmuş. Bu arada AnkaraTabip Odası'ndan Suat Türek ile karşılaşıyoruz. Daha önce hatırlayamamıştım. "Hacettepe'li ve fen liseli olup olmadığımı" soruyor. Hacettepe Spor Salonu'nda basket oynadığımız günleri hatırlatıyor. O zaman çıkarıyorum. Saçları yine uzunca, heyecanla konuşuyor. Arada TTB'yi eleştirse de ortak zeminler o kadar fazla ki, TTB'nin çok sesliliğine katkı yapıyor.
Öğle arası verilirken TTB Genel Sekreteri Eriş Bilaloğlu kararlılığımızı göstermek ve Bakanlığın tutumunu protesto etmek için "İyi hekimlik yapmak istiyoruz" pankartını Sağlık Bakanlığı önüne bırakmayı öneriyor. Tüm temsilciler öneriye uyuyorlar. Başlangıçta kan şekerlerinin düşmesi nedeniyle sandöviçlere hücum söz konusu, ama bir süre sonra yöneticiler en önde TTB pankartıyla küçük bir yürüyüş kolu oluşturarak Sıhhiye'ye doğru ilerliyoruz. TTB pankartını ve "İyi hekimlik yapmak istiyoruz" yazısını görenler alkışlıyor, birçok araba korna çalarak destekliyor. Bakanlığa 20 metre kala çok sayıda polis memuru koşarak geliyor ve durumu anlamaya çalışıyorlar. Polislerin amirleriyle TTByöneticileri arasında bir pazarlık yapılıyor.
Bir süre görüşmeden sonra polisler TTB heyeti olarak 10 kişinin geçebileceğini Sağlık Bakanlığı'nın duvarına pankartı bırakabilecekleri konusunda anlaşıyorlar. TTByöneticileri pankartı asmaya giderken, genç polislerden biri, Orhan Hoca'yı geçerken hafifçe itiyor. Hafif gerginlik sonrası Hoca da geçiyor. Daha sonra pankart asılıp dönülüyor. Bakıyorum Orhan Hoca en arkada kalmış, kendisini iten genç polisi bulmuş onunla konuşuyor ve nane şekeri ikram ediyor. "Soğukta beklerken kan şekerleri düşüyor ve daha asabi oluyorlar onun için heyecanlı arkadaşlara şeker ikram ettik" diyor, polisler de şekerleri alıyorlar.
Öğleden sonra daha çok örgütün perspektifiyle ilgili olarak tartışmalar yer alıyor. İrfan Gökçay'ın daha çok Çanakkale savunmasını anlatır tarzda sağlıkta strateji ve taktikleri içeren konuşması hafızalarda kalıyor. En önemli hedefin kamu kurumlarının savunulması olduğunu belirtiyor. Düşman madem bu cepheye yükleniyor, biz de tüm güçlerimizi buraya yığmalı ve direnme hattı oluşturmalıyız. İ. Gökçay ayrıca herşeyi tabandan bekleyen katılımcılık anlayışı yerine, örgütün önüne perspektifler koyan ve örgüte önderlik eden yönetim anlayışını önerdi.
Daha sonra konuşan hekimler insan hakları ve barış noktasına da vurgular yaptılar. Kamu kurumlarına sahip çıkmak ve özelleştirmeye karşı çıkmakla barış isteği arasında paralellik olduğunu vurguladılar. Konuşmaların diğer bir ilginç yönü de Van Tabip Odası adına konuşan iki hekimin farklı söylemlerle sivilleşmeyi savunarak insan haklarına aykırı olduğunu düşündükleri kılık kıyafet yönetmeliği ve türban noktasına vurgu yapmaları ve TTB'yi tutum almaya çağırmaları idi.
TTBGenel Sekreteri Eriş Bilaloğlu ise toplantının olumlu geçtiğini, daha iyi bir yönetim çizgisiyle atılım yapmaları gerektiğini, öte yandan TTB'nin şu ana kadar üretmiş olduğu çok sayıda propaganda dökümanı ve broşürün hekimlere ulaştırılması gerektiğini, bunu sağlamak için herkesin daha fazla aktive olması gerektiğini söyledi. Öte yandan Güneydoğu'da çalışan hekimlerin sorunlarına değinirken bir süre önce Güney illeri tabip odaları toplantısı yapıldığını, oradaki en önemli sorunun can güvenliği olduğunu belirttiklerini iletti. Bu bölgeye mahrumiyet bölgesi denilerek sorunun çözülemeyeceğini, Sağlık Bakanlığı'nın atama ve nakil yönetmeliğinin Güneydoğu'da uygulanmasının olanaklı olmadığını belirtti. Toplantı bir memorandum hazırlanması ve özellikle Sağlık Bakanlığı ve Çalışma Bakanlığı'nın yanlış tutumlarının teşhir edilmesine yönelik çalışmalarda bulunmak üzere sonlandı.
Ankara'dan İstanbul'a dönüş, Yahya Kemal'in dediği kadar olmasa da güzeldi. Sohbet yine lokantada devam etti, fakat ekibimiz daha erken saatlerde yorgunluğa teslim oldu.
Islak ve soğuk bir pazar sabahı Haydarpaşa'ya ulaştık. İstanbul'a yeni gelmiş gibi coşkulu ve heyecanlıydık. Daha yapılacak çok iş vardı. Herkesin kafası bir sonraki toplantıya daha geniş katılımla gitme düşüncesi ile doluydu. Ben şimdiden yerimi ayırtıyorum.
*
İSTANBUL TIP FAKÜLTESİ DEKANI PROF. DR. MESUT PARLAK: �Hasta hizmetleri maalesef çok kötü�
Hekim Forumu: İstanbul Tıp Fakültesi ülkemizin en eski ve en köklü Tıp Fakültesi, bugün de hem öğretim kadrosu hem yatak kapasitesi ile en önde gelenlerden. Sorunların da büyüklüğü ve eskiliğiyle yarışır durumda. Siz bu kurumun seçimle gelen, yeni dekanısınız. Seçim öncesi görüşemedik ama görev sürenizin başında geleceğe dönük projelerinizi öğrenebilir miyiz?
M. PARLAK: İstanbul Tıp Fakültesi gerçekten de köklü ve önemli bir eğitim kurumumuz. Bir Tıp Fakültesi olarak iki görevi var:Eğitim ve hasta hizmeti.
Hekim Forumu: Hangisi asli?
M. PARLAK: Eğitim kuşkusuz. Yalnız eğitim derken yalnızca mezuniyet öncesi eğitimi düşünmüyorum. Uzmanlık eğitimi de çok önemli. Fakültemizin eğitim fonksiyonlarını göreceli olarak iyi düzeyde yerine getirdiğini düşünüyorum, ancak bu yeterli değil. Hasta hizmetleri maalesef çok kötü, iyi değil. Çağdaşlık, uygarlık vb herkesin sık sık tekrarladığı sözlerle hiç bir şekilde bağdaşmıyor.
Bundan 20 yıl önce, biraz da alternatifsizlik yüzünden bu hastane İstanbullular için önemli bir merkezdi, ama bugün o kadar çok alternatif var ki; birçok özel hastane açıldı, dolayısıyla Fakülte'nin Çapa Hastanesi bir cazibe merkezi olmaktan çıktı. Üstelik Fakültenin çok önemli bir avantajı varken, İstanbul'un nitelikli hekimlerinin çoğunu bünyesinde toplamışken bir çekim merkezi olamıyor. Hasta hizmetlerini mutlaka düzeltmemiz gerek.
Hekim Forumu: Nasıl yapacaksınız?
M. PARLAK: Devletçilikle işin içinden çıkmak mümkün değil. Fakülte çamaşırcı ya da temizlikçi ya da yemekçi olamaz. Bu tür hizmetlerin hepsini, bütün otelcilik hizmetlerini özel sektöre devredeceğiz.
Bugün Monobloktaki polikliniklerden içeri girerken karşılaştığımız rahatsız edici manzaraları ortadan kaldıracağız. Kuyruklar azaltılacak. Bütün çağdaş sağlık kurumları gibi çalışma koşullarını düzeltmeliyiz. Kampüsün boş alanlarını personelin otoparkı olmaktan kurtarıp, başka otopark alanları yaratacağız. Binalar arasındaki alanlar hastalar ve yakınları içindir, çalışanların arabaları için değil. Tabi bunlar palyatif, asli çözüm kampüsün taşınmasıdır.

Memuriyet sistemi ile işler yürümez
İkinci bir sorun da yardımcı sağlık personeli açığı.Yardımcı sağlık personeli sayıca çok yetersiz, arttırmanın yollarını bulacağız. Bunu da devletten beklemeksizin yapacağız. Ayrıca hastaneyi tam kapasite kullanacağız. Saat 14.00'den sonra ameliyathaneler çalışmıyor, niçin? Ameliyathane saat 19.00'a kadar rutin işlerini yapmaya devam eder. Memuriyet sistemi ile işler yürümez.
Bunları yaparsak Üniversite öğretim üyesinin dışa kaçışını önleriz. Muayenehanesi olan bile kapatır gelir. Sonra Döner Sermaye ödemelerindeki % 200'lük (*) sınırı kaldırmak lazım. Anlamsız bir sınır. Bir öğretim üyesi çalışıyorsa, hem Fakülteye para kazandırıyor hem kendi hak ediyorsa neden onun parasını belli bir limitte durduralım?
Hekim Forumu: Hasta hizmetlerinin düzeltilmesi çok önemli. Hastanenin alt yapısını düzelterek ve öğretim üyelerine yaptıkları iş başına, yani sundukları tedavi hizmetine göre prim ödeyerek hasta hizmetlerinde belli bir düzelme sağlayabilirsiniz. Ama asli görevimiz dediğimiz eğitim ne olacak?Hasta hizmetlerini bu derece teşvik etmek eğitime ayrılan zamanın ve atfedilen önemin aleyhine olmayacak mı?
M. PARLAK: Olmaz. Ben mutlu öğretim üyesi yaratmayı düşünüyorum. Mutlu insan her alanda başarılı olur, etrafına pozitif enerjiyi yayar.
Aslında sırf teşviklerle de kalmayacak iş. Herkes mesaisine uyacak, dersini herkes kendisi verecek. Öğrenci pratiklerini bizzat öğretim üyeleri yaptıracak. Geç gelmek, erken gitmek vb olmayacak. Biz sulandırmaya çok meraklı bir toplumuz. Ama Fakültenin örnek olması gerektiğine ve bu sulandırmaların önüne set çekilmesi gerektiğine inanıyorum ve bunu yapacağız.

Akademik Kurul iki ayda bir toplanmalı
Hekim Forumu: Önümüzdeki dönemde bütün bu projeleri gerçekleştirmeye çalışırken ve başka sorunları çözerken kimlerden destek almayı planlıyorsunuz?
M. PARLAK: Birincisi Öğretim Üyelerinden. Akademik Kurulu yılda iki kez değil, her iki ayda bir toplamayı ve orada yaptıklarımın hesabını vermeyi, tartışmayı planlıyorum.
Hekim Forumu: Öğrenciler?
M. PARLAK: Öğrencilerle de çok iyi bir ilişkimiz var. Şu kısacık iki ayda bile birçok kere görüştük. Kapım her zaman öğrencilere, onların eleştirilerine ve çözüm önerilerine açık. Demokratik her türlü tartışmaya evet, ancak öğrenciye ve kuruma maddi hasara izin vermeyiz, önerilere hep açığız. Öğrencilerin yemekhanelerini düzeltmekle başladık işe, sosyal faaliyetlerini arttırarak devam edeceğiz.
Hekim Forumu: Başarılar dileriz.
(*) Bir öğretim üyesinin Döner Sermaye'ye katkısının sonucunda elde ettiği gelir asli maaşının iki katını geçemez şeklindeki kural. Bu kural uyarınca özellikle cerrahi branşlardaki yaptıkları ameliyat sayısı fazla olan bazı öğretim üyelerinin hakettikleri ücretlerin bir kısmı Döner Sermaye'ye kalıyor.
*
FORUM
Prof. Dr. Aydın Alper
CAN ATAKLI'YA YANIT:
"Sorun; kamu hastanelerinin bu hale düşürülmesinden sorumlu kişilerin hesap sormaya kalkmasıdır."
Sayın Can ATAKLI,
19 Ocak 1997 tarihli SABAH gazetesindeki "Ne ayıp, Çiller hastanelere gidiyor" başlıklı yazınızı okudum. Bir hekim ve gazetenizin okuyucusu olarak bazı görüşlerinizin eksik bilgiden dolayı yanlış olabileceğini düşündüm.
Herşeyden önce, bazı tabirlerinizi çok yadırgadım. "İzmir'deki doktorların başı" ne demek?Bu tanımladığınız kişi, İzmir'deki seçilerek saptanan Tabipler Odası Başkanı'dır. "Eşkiya başı" der gibi ifadeler size uyarlansa siz nasıl karşılarsınız?Gazeteciler Sendikası Başkanı için "Gazetecilerin başı"denince siz ne anlarsınız?Veya size ne ima edilmiş olur?
Hükümet üyelerinin hastanelerle ilgilenmesine kimsenin bir şey dediği yok, keşke ilgilenseler. Sorun; sağlık konularının ucuz propaganda malzemesi yapılmasıdır. Çiller gibi bu konuda olumlu yönde hiç çabası olmayan bir kişinin müfettiş rolüne soyunmasıdır. Sorun; kamu hastanelerinin bu hale düşürülmesinden sorumlu kişilerin hesap sormaya kalkmasıdır.
Çiller'in şikayetçi olduğu konular, hekimlerin tüm meslek hayatlarını bu pisliklerin ortasında sürdürmektedir. Kim temiz, çağdaş ortamlarda çalışmak istemez?
Gayet tabii, dışişleri bakanının bu işlerle uğraşması yadırganır. Sebebi basit. Herkes anladığı işlerle, veya en azından anlamaya çalıştığı, bu uğurda emek harcadığı konularla uğraşmalıdır. Bir hastane başhekimi gelse de sizin gazetenin baskı makinalarının çağdaşlığı konusunda yorum yapmaya kalkışsa siz nasıl karşılarsınız?
Doktorlar; bu teftişlere kızmıyor. Sağlık sorununun "şov malzemesi" yapılmasına karşı çıkıyorlar.
Çiller'in her konuda olduğu gibi bu konuda da görüşleri yüzeyseldir. Ön araştırmalara dayanmamaktadır. Bu anlamda, bu yaptığı da kişiliğini yansıttığı için, yaptığı diğer işler gündeme gelmekte. Bu nedenle "İzmir Tabip Odası Başkanı", "Çiller hastane temizliğine bakacağına, kendi pisliklerini temizlesin" demektedir. Siz gazeteciler; başka türlü mü düşünüyorsunuz?Elbette hasta, istediği hastaneyi seçmelidir. Zaten de öyle yapıyorlar. Bugün devlet hastanelerine, SSKhastanelerine; başka hastanelere gidemeyen insanlar gidiyor büyük ölçüde. Devlet kendi sağlık kuruluşlarının yatırımlarını durduruyor. Alacaklarını ödemiyor. İdari özerkliği, mali özerkliği konusunda hiç bir şey yapmayıp elini kolunu bağlıyor. Sonra diğer hastanelerle rekabet isteniyor. Bu düzeni pekiştiren birkaç kişiden biri de Çiller'in bizzat kendisidir.
Sondan 4. paragraftaki görüşünüze de katılmak mümkün değil. Temizliğin, doğru teşhisler konmasının parayla doğrudan ilişkisi vardır. Temizlik, parayla yapılır. Gazete atmak ile değil! Temizlik maddeleri parayla alınır. Temizlik yapan firmalara iyi para verirseniz daha iyi temizlik satın alırsınız. Elinizde gelişmiş tanı araçları olursa, iyi laboratuvarınız olursa daha iyi-doğru tanılara ulaşırsınız. Temiz ve iyi standartlarda çalışan insanlar da daha mutlu olur ve çevrelerine de bu mutluluğu yansıtırlar.
Sizin gibi gazetelere ve gazetecilere yakışan, yazdıklarınızı daha iyi araştırıp, soruşturduktan sonra sebeplerine inip doğru sonuçlara ulaşmanızdır. Rahmetli Uğur Mumcu'nun ifadesiyle; önce bilgi sonra fikir sahibi olmanızdır.
Bahsettiğiniz Şişli Etfal Hastanesi eski Başhekimi neden görevden alınmıştır, bunu araştırsanıza. Başhekim, hastanenin otoparkından sağlanan gelirle hastanenin temel gereksinimlerine destekte bulunmak istemiştir. Çıkarı sarsılan sayın siyasilere uzanan çevre avantacılarının baskılarıyla başhekim değişmiştir. Eğer bu bilgi yanlışsa sayın Çiller'e sorun bakalım, o başhekim neden görevinden alınmış?
Veya, DYP'li ilçe başkanının ekmek fabrikasından ekmek almayan veya hastane arazisini gaspeden benzin istasyonuyla ilgili dosya hazırlayıp, hastanesi için uğraşan Haydarpaşa Numune Hastanesi Başhekimlerine neler olmuştur? Gücünüz, yüreğiniz ve sorumluluk anlayışınız yeterli ise, bir gazeteci olarak bu konularla uğraşın. Ve bir sütun sahibi gazeteci olarak, halkın bizim görüşlerimizi de duyması için bu yazıyı da sütununuzda yayınlayın. Yorumu halk yapsın. Eğer Çiler'lere bir borcunuz yoksa.
Saygılarımla.
(Dergimiz baskıya girdiğinde, bu yanıt Can Ataklı'nın köşesinde yayınlanmamıştı.)
*
BİZE GELENLER
Görevimizi yapıyor muyuz?
Dr. Hasan Kendirci
Tarih: 27 Ocak 1997. Yer: Adana Numune Hastanesi. Bir hasta, acil polikliniğine getiriliyor. Nefes alma güçlüğü, kollarında ve sırtında şiddetli ağrı mevcut. Acildeki nöbetçi hekim, hastanın sırtındaki iki noktayı, iki saniyede dinliyor, bu arada hemşire on saniyede hastanın tansiyonunu ölçüyor. Karar: "Üst solunum yolu enfeksiyonu ve hipertansiyon".
Hastanın tansiyonu dil altına konan 'Nidilatkapsül'ile tedavi ediliyor. 'Ü.S.Y.E.'si için ise bir tedaviye gerek görülmüyor. Hastaya sıcak su buharı soluması gibi 'modern' bir tedavi öneriliyor.
Hasta yakınlarının ısrarı üzerine hastaya bir akciğer filmi çekiliyor. Filmde hemen göze çarpan "sağ alt kaide bronko-pnömonik infiltrasyon" acil poliklinikteki hekim tarafından önemli bulunmuyor. Hastaya, durumun bir 'soğuk algınlığı' olduğu tekrarlanıyor ve evine gitmesi isteniyor.
Hasta yakını hastanın şiddetli ağrısı olduğunu, bunun için bir şey yapılmasını istiyor. Bu uyarıdan sonra bu 'hekim' lütfedip hastaya bir 'Novalgin amp.' yaptırıyor.
Hasta kendisini halen iyi hissetmemektedir. Hekimin biraz olsun ilgisini çekebilmek için, yumuşak bir üslupla kendinin bir hekim babası olduğunu, üç oğlunun başka bir kentte hekimlik yaptığını bildirir.
'Acil poliklinik doktoru' bu uyarıyı önemsemez. Bunun önemli olmadığını, oraya gelen herkese aynı 'muameleyi' yaptıklarını söyler.
Hasta, çaresiz evine getirilir. Şiddetli ağrısı geçmemiştir. Bir müddet sonra iyileşeceği umuduyla bekler. Ertesi sabah gaytası siyah çıkar. Ancak bunun önemini bilmemektedir. Acil poliklinikte gördüğü 'etkin' tedavinin ardından, çektiği ağrıya dayanamamış, muhtemelen bir mide kanaması geçirmiştir. Midesindeki bulantı ve ağrıyı geçirmek için eşinin hazırladığı bazı 'bitkisel' ilaçları dener. Bir türlü iyileşmemekte, sırtına ve beline vuran ağrı şiddetlenmektedir. Gene de 'acil poliklinik doktoru'nun önemli birşeyi olmadığına dair 'fetva'sını hatırından çıkarmaz.
Bu arada hasta 'oruç' tutmaktadır ve 'acildeki doktor' bunun sakıncalı olmadığını söylemiştir.
Tarih: 29 Ocak 1997, saat 18.00 suları. Hasta iftarda birşey yiyemez. Aniden fenalaşarak düşer. Eşi panik içinde etraftan yardım çağırır. Yarım saat sonra gelen hemşire bu hastanın nabzının olmadığını ve tansiyonunun alınmadığını söyler.
Bu öykü henüz on gün önce telefonla konuştuğum, yedi aydır göremediğim ve bir daha asla göremeyeceğimi bildiğim sevgili babamı yitirişimin öyküsüydü.
Ölüm nedeni 'Myokard Enfarktüsü' olarak belirlendi. Daha önce ciddi bir kardiyak yakınması olmayan babam kr. bronşitliydi. Derinden, sessizce ilerleyen 'myokard iskemisi' araya giren bronko-pnömoni, sonra mide kanaması ve buna bağlı anemi ile şiddetlenmiş, 'Unstabl Angina'ya dönüşmüştü. 'Acil doktoru'nun bu gürültülü tabloyu atlaması şaşılası bir 'maharet' gerektiriyordu. Poliklinik defterinin tanı bölümüne "Ü.S.Y.E." yazılmıştı. Oysa 'acil doktoru' hastanın karnesine bakma zahmetini gösterseydi, orada "İskemik Kalp Hastalığı" tanısını okuyacaktı.
Babam hayata gözlerini yumduğunda henüz 58 yaşındaydı... (4.2.1997)
*
Prof. Dr. Akgüner�den yanıt
"Hekim Forumu" adlı, İstanbul Tabip Odası'nın Bilimsel, Kültürel Aktüel Yayın Organı olan Derginizin, Kasım-Aralık 1996 (Cilt 15, Sy. 111)sayısının (18) ve (19)'uncu sayfalarında, "Ormanlar Yağmalanıyor-Sanayi Devleri Yarışta" başlıklı ve Orman mühendisleri Odası Marmara Şubesi Başkanı Ertuğrul Acun'un, "Kamu İşletmeciliğini Geliştirme Vakfı (KİGEM)"in bir toplantısında verdiği bilgilere dayanarak kaleme alınan yazıda şahsımı ilgilendiren "gerçek dışı" bir iddiaya yer verilmekte ve "...TRT eski Genel Müdürü Tayfun Akgüner Kargı'da kaçak villa yaptırıyor..." denilmektedir.
Kargı'da veya Türkiye'nin herhangi bir yerinde, ormanlık alanda bulunan, kaçak yaptırdığım veya kaçak sahibi olduğum bir villa yoktur. Ayrıca, gene Türkiye'nin herhangi bir ormanlık bölgesinde, yasalara uygun olsa bile, bir villam bulunmamaktadır.
Saygılarımla.
Prof. Dr. Tayfun Akgüner
*
�Biz hekimler...�
Biz hekimler son gelişmeden rahatsız oluyor, içinde bulunduğumuz geçim sıkıntısının, tarafınızdan fark edilmesi için ne yapmamız gerektiğini almış olduğumuz tıbbi eğitimle bağdaştıramıyoruz.
Sizi hekimlerin hayat koşullarının düzeltilmesi için kamuoyu oluşturmaya davet ediyoruz.
Siz, biz olduğumuz için oradasınız. Adınızı sadece TTB seçimlerinde duyurmayın. Eğer haklarımızı savunmayacaksanız; kendi menfaatlerinizi daha üstün tutacaksanız artık lütfen bulunduğunuz kurumun ismini değiştirin.
Siz de biz de rahat edelim.
Midyat Sağlık Ocağı Tabipleri
*
MÜZİK-KİTAP ve DİĞERLERİ
Hazırlayan: Ümit Şahin
Festival ayları yaklaşıyor... Yine de bir yıllık etkinlik hakkımızı festivallere saklamamız gerekmez! İşte, önümüzdeki ayın bazı müzik ve tiyatro olayları. Bir-iki okuma önerisiyle birlikte...
Konser
Klasik müzik:
Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda Mart ayında çok önemli iki orkestra konseri var. 17 ve 18 Mart Pazartesi-Salı günleri 19.30'da Slovak Sinfonietta, Alexandre Schwink yönetiminde çalacak. City of Lonon Sinfonia ise 30 ve 31 Mart Pazar-Pazartesi günleri 19.30'da iki konser verecek.
AKM'nin İDSOkonserlerinden birkaç seçme:7-8 Mart Cuma-Cumartesi konserlerinde solistler Kurt Meier (Obua)ve Hüseyin Ulutaş (keman); 21-22 Mart Cuma-Cumartesi konserlerinde ise Piyanist Verda Erman solist olarak katılıyor ve Chopin (Piyano konçertosu No:1) çalıyor. 28-29 Mart Cuma-Cumartesi konserlerinde ise Rimsky-Korsakoff'un İspanyol Kapriçyosu'nu dinleyebilirsiniz.
Gitar ve Flemenko
Gitar sevenlerin CRR'de 11 Mart Salı 19.30'daki Eliot Fisk & Lucero Tena Gitar-Kastanyet resitalini kaçırmamaları gerekiyor.
El Bola Flemenko Gitar Topluluğu'nun resitali ise 14 Mart 1997 Cuma 19.30'da CRR'de. El Bola Tıp Bayramınızı kutlar.
Antonio Canales Flemenko Dans Tiyatrosu'nun 2 ve 3 Nisan Çarşamba-Perşembe günleri 19.30'daki gösterilerini de şimdiden not alın. Yine CRR'de.
Türkiye müziği
CRR'nin 19 Mart Çarşamba programında ilginç bir konser var. David Sevi Maftirim Korosu (Sinagog müziği) ile Taşkın Savaş Tasavvuf Musikisi Topluluğu birlikte konser veriyor. Saat 19.30'da.
Caz
1 Mart Cumartesi 20.30'da basçı GürolAğırbaş CRR'de!
15 Mart Cumartesi 20.30'da CRR'de "Rova Saksafon DörtlüsüTürk Müzisyenlerle Buluşuyor"(muş).
Mart ayının en sıkı caz konseri 21 Mart Cuma 20.30'da. Klarnetçi Don Byron CRR'de!
5Nisan Cumartesi 20.30'da Paul Motian (davul), Steve Swallow (bas), Chris Potter (tenor saksafon)'dan kurulu "Trio 2000"in konseri de CRR'de.
Not!
* CRR'nin telefonları 240 50 12 - 231 54 98 ve 246 65 28.
* AKM'nin telefonları ise 243 10 68 ve 251 02 07.
Kitaplar!
Evrenin, dünyanın ve düşüncenin tarihi üzerine üç kitap:
Dünyanın en güzel öyküsü, Dünya Tarihi ve Sofi'nin Dünyası. Birbirinden çok farklı boyutlarda, farklı derinliklerde ve farklı amaçlarla yazılmış görünen bu üç kitap birlikte okunduklarında ilginç bir "balonla seyahat"tadı veriyor insana.
Bu ne mi demek? Evrenin yaklaşık 15 milyar yıllık tarihi 190 sayfalık bir kitaba, üstelik söyleşiler tarzında sığdırılıyor. Fransız gazeteci Dominique Simmonet'in bir astrofizikçi, bir biyolog ve bir paleontologla söyleşiler tarzında ve üç perdelik bir oyun esprisiyle kurduğu "Dünyanın En Güzel Öyküsü"big-bang'dan başlayan evrim sürecini, yani evrenin, canlılığın ve insanın evrimini anlatıyor. Bilimcilerin kendi bakış açılarını, yöntemlerini de ortaya koyarak evrimi anlatıyor olmaları, yeni bir şey öğrenmekten çok, büyük ölçüde bilinen şeyleri bir düzene koymayı ve evrime zamanın penceresinden bakabilmeyi sağlıyor. Üstelik eğlencelik tadında bir kitapla.
McNeill'in "Dünya Tarihi" daha ağır bir kitap. Ancak önemli bir benzerliği var. Tarih siyasi olay yığınları olarak değil, çok daha geniş bir perspektifle, kültürler arası ilişkiler gözönüne alınarak anlatılıyor, hatta bir anlamda kuruluyor. Yazar, dünya tarihini kendi "Batı'nın yükselmesi"tezi çevresinde de kursa, benzeri kitaplardan çok daha dengeli bir şekilde tüm dünya toplumlarının ve uygarlıklarının tarihlerini, etkileşimleri de göstererek sergiliyor. Örneğin ortaçağı anlattığı bölüm başlıklarından biri "Ortaçağ Avrupa'sı ve Japonya'sı". Kitap olabildiğince batı merkezcilikten uzak bir tarzda yazıldığı gibi, tüm uygarlık tarihine genel bir bakış olanağı da sağlıyor. Üstelik hacmine göre (ki içeriğine göre çok ince bir kitap)çok rahat okunuyor.
"Sofi'nin Dünyası" için çok şey söylendi. Bir felsefe kitabı için (hatta roman için bile) çok büyük satış rakamlarına ulaştı. Fazla bir ek yapmaya gerek yok ama şunu söylemeliyiz ki, bu kitap felsefe tarihini bilseniz de bilmeseniz de sırf yazarın anlatım ustalığının ve roman kurgusundaki zekanın önünde şapka çıkarmak için bile okunabilir. Çünkü romanın, kendisi de bir felsefi soru olan kurgusu ilerledikçe hep aynı şeyi tekrarlıyorsunuz. "Ne zeka!". "Sofi'nin Dünyası" elbette düşüncenin tarihine tepeden bir bakış sağlayarak da bu üçlemeyi taçlandırıyor. (Bir arkadaşım, "Bizim felsefeyi ilk okumaya kalkıştığımız zamanlarda bu kitabın olmaması ne büyük haksızlık"diye yazıklanmıştı. Kesinlikle katılıyorum. Macit Gökberk'in kitabı ve benzerleri "Sofi'nin Dünyası"ile karşılaştırıldığında son derece sıkıcı kalıyorlar.)
DÜNYANIN EN GÜZEL ÖYKÜSÜ
Yazanlar:Hubert Reeves, Joêl De Rosnay, Yves Coppnes, Dominique Simonnet
Çeviren:İsmet Birkan
Telos Yayınları, 1996
161 Sayfa
DÜNYA TARİHİ
Yazan:William H. McNeill
Çeviren:Alaaddin Şenel
İmge Kitapevi, 1994
(Yazılış tarihi 1967, son baskı 1985)
650 Sayfa
SOFİ'NİN DÜNYASI
Yazan:Jostein Gaarder
Çeviren:Gülay Kutal
Pan Yayıncılık, 1994
592 Sayfa.
*
ŞEHİR TİYATROLARI'NDA OYUN İZLEMEK İSTEYENLERE ÖNERİLER:
Mart ayında İstanbul Şehir Tiyatroları'nın 6 sahnesinde toplam 14 oyun sergilenecek. Ayrıntılı programı (hangi oyun, nerede?)gazetelerde bulabilirsiniz. Burada sizlere oyunlara ilişkin bazı önerilerde bulunacağız. (Bu arada, bu 14 oyunun 13'ünün neden yerli oyunlar olduğunu merak etmemek elde değil!)
Görülmesi gereken oyunların başında Shakespeare oyunlarından yapılma bir kolaj olan "Bir ata Krallığım!"geliyor. Melih Cevdet Anday'ın geçen yıl da oynanan "Mikado'nun Çöpleri"ni de fırsat kaçmadan izlemek gerekiyor. İsmail Kaygusuz'un yazdığı "Silvanlı Kadınlar" ve Behiç Ak'ın yeni oyunu "Ayrılık"da izlenmesi gereken oyunlar arasında.
Şu oyunlar iyi ve izlenebilir:Gürkan Gür'ün "Metro Canavarı" ve Dinçer Sümer'in "Maviydi Bisikletim".
Vakit geçirmek için gidilebilecek iki oyun:H. Rahpmi Gürpınar -Güner Sümer'in "Kuyruklu Yıldız Altında" ve Ekrem- Cemal Reşit Rey'in senelerdir oynanan "Lüküs Hayat"ı.
Şu oyunlara gitmenizi önermeyiz. Bir zorunluluğunun yoksa (yani oyunda bir yakınınız falan oynamıyorsa)zamanınızı harcadığınıza değmez: Gülsün Siren'in "Farklı Bir Kadın", Fazıl Hayati Çorbacıoğlu'nun "Koca Sinan", Y. Kemal-Sönmez Atasoy'un"Kendi Gök Kubbemiz", Recep Bilginer'in "Gazeteciden Dost" ve Sevim Burak'ın "Sahibinin Sesi".

..........BİR ALBÜM..........
"Dinmeyen"isimli bir müzik grubunun "sisler bulvarı!..."isimli bir albümü var. Büyük kasetçilerde bulabileceğiniz bu albüm yayımlanalı bir yılı geçmesine rağmen popüler dolaşıma pek girebilmiş değil. Dokuz parçadan oluşan albümde, grup altyapıya yedirilmiş bir rock anlayışıyla ve yerinde kullanılmış elektrikli aletlerin katkısıyla temiz ve akustik düzenlemeler yapmış. Sağlam vokaller ve enstrüman kullanımları, abartısız ve güzel şarkı sözü-şiir seçimiyle uzun zamandır yayımlanan en özgün ve içtenlikli çalışmalardan biri "sisler bulvarı!...". Grubun bazı üyeleri aynı kollektif içinde çalıştıkları laz-rock grubu "Zuğaşi Berepe"de de alıyor. Albümün kapağında bir cümlelik manifestoları bulunuyor:"Serüvenlerinin farkında olmayanlar, nereye yol aldıklarını bilemezler..."
*
TIPİK
Haliç kıyısında birkaç adım (2)
Dr. Naz Oğuzoğlu
...Sadrazam Ali Paşa Caddesi üzerinde yer alan patrikhaneye üçlü bir kapıdan giriliyor. Sola açılan kapı ile patrikhanenin resmi kilisesi olan Aya Yorgi'ye, sağa açılan kapı ile patrikhane binasına giriliyor. Ana kapı 1821'de Yunanistan'da bağımsızlık hareketleri başlayınca önünde asılarak idam edilen patrik nedeni ile o tarihten beri bir daha kullanılmamış. Ayrıca burası pek çoğumuzun zannettiğinin aksine tüm dünyadaki ortodoksların değil toplam 125 bin kişilik bir cemaatin patrikliği.
Deniz kıyısına inip eski aristokrat Fener konaklarından biri olup bugün kadın eserleri kütüphanesi olarak bildiğimiz yapıdan sonra dünyanın ilk ve bilindiği kadarı ile tek prefabrik kilisesi olan Bulgar St. Stephan Kilisesine giriyoruz. Herşeyi ile Viyana'da bir fabrikada dökülüp Tuna'dan Karadeniz'e taşınarak getirilen bu kilisenin içindeki mermer ve ahşap gibi görünen kısımlar da dahil, herşey demirden yapılmış. Bulgar kilisesi hizasında oldukça harap halde Tur-u Sina manastırı ve vazifei Yahya kilisesi var.
Haliç kıyısındaki küçük bir iskele kahvesindeki moladan sonra 2. Bayezid'in 15. yy'da Granada'nın düşmesi ile zor durumda kalan ispanyol musevilerini yerleştirdiği Balat'a geliyoruz. Balat'ın merkezinde banbol ve ohrida adlı iki sinagog var. Geçen yüzyıldan kalma ünlü Agora meyhanesi de burada. Sokağın sonunda eskiden Balat mahkemesinin avlusunda kurulduğu Ferruh Kethüda camii var. Mimar Sinan'ın bu güzel eserinin duvarında İstanbul'un son birkaç güneş saatinden biri duruyor.
Caminin hemen yanında Gergoryen Ermeni Kilisesi Surp Hreşdogabet var. Burada Topkapı'dan getirildiği söylenen demir kapının üzerinde Mevlana ve Yunus'un öldürülüşünü gösteren bir kabartma var. Mucizeleri olduğuna ve hastaların şifa bulduğuna inanılan bu kilisede yılın belli günleri kurban kesilip her dinden insanlara dağıtılıyor.
Balat'tan sonra son durağımız Ayvansaray. Eski bir Bizans kilisesi iken camiye çevrilen Hz. Cabir Camii ve eski Vlaherva sarayından bugüne kalan Meryem Ana kilisesi de burada. Ayazması olan birçok kilisede olduğu gibi buraya da her dinden insanlar şifa aramaya geliyor.
Akşam gün batımına doğru Arap asıllı komutan Anemas'ın adıyla anılan zindanlardan aşağıya doğru yürüyüp Leon surlarına geliyoruz. Buradan günün birinde eski rengine kavuşmasını dilediğimiz Haliç'in kahverengi sularına bakarken aklımızdan yeniden Bedri Rahmi Eyüboğlu geçiyor.

İstanbul deyince aklıma
Koca Sinan gelir
On parmağı on ulu çınar gibi
Her yandan yükselir
Sonra gecekondular gelir
ardısıra
İsli paslı yetim
Ey benim dev memesinde
Cüceler emziren acayip
memleketim


Bu HABERİ Paylaş!