Gericiliğin kıskacında sağlık-Hande Arpat*


  • Hekim Sözü Eylül-Ekim 2021
  • 1081

Aşı karşıtlığını aşı kararsızlığından ayrı değerlendirmek gerekir. Aşı olup olmama konusunda kararsızlık yaşayan kişiler farklı nedenlerle kararsızlık yaşamaktadırlar.

İçinden geçmekte olduğumuz pandemi sürecinin bilim tarihi açısından, bilimsel bilginin odak kaynaklarının toplum tarafından muallak bulunduğu, bilimsel bilginin güvenilirliğinin çokça sorgulandığı ve kimi yaygın medya kanallarının sağladığı erişim kolaylığının da etkisiyle, bilimsel olmayan bilginin hızla yayılıp kamusal “inanç” kazandığı tuhaf bir dönem olarak anılacağını öngörmek yanlış olmaz. Örnek vermek gerekirse, COVID-19 aşı karşıtlarının en yaygın kullandığı argümanla herhalde hepimiz karşılaşmışızdır; “ben bu aşının koruyuculuğuna inanmıyorum”, “ben pandemiye inanmıyorum”, “ben bizi denek olarak kullandıklarına inanıyorum”, vb. O halde, “inanma” ve “inanmama” hallerinin bilimsel bilgi ile ilişkilenme ve tutum alma bağlamında bu kadar yaygın olduğu bu zamanlarda, “gericilik” üst başlığı altında bir okuma yapabiliriz. Gericilik dinamiği, politik, bilimsel ve kamusal hizmetler alanında bir hayli etkin bir dinamik olmakla beraber; bu yazıda, sağlıkta gericileşmenin en çok etkilediği kadın sağlığı ve aşı karşıtlığı ele alınmıştır.

Tarihsel olarak 18. yüzyıla dayandırılan Aydınlanma düşüncesi, o döneme değin gelişen kilise karşıtlığı ve özgürlükçü birikimi sırtlıyordu. Tabiri caizse Aydınlanma Çağının çocuğu olan Marksist diyalektik materyalizm anlayışı, “ilerleme” fikrinin ancak “engel” kavramıyla birlikte ele alındığında anlam kazandığını ortaya koydu. Bu noktada, bilimsel bilginin önündeki en büyük engellerden birinin tarihsel olarak dogmatik bağnazlık olduğunu söyleyemek yanlış olmaz. Bağnazlığın bilimsel ilerleme dinamiğinin önündeki en büyük engellerden biri olduğunun kabulü ile, bu dinamiği “gericileşme” kavramı ile ele alabiliriz.

Bağnazlık bilim ve tıp tarihinde pek çok ölçekte belirleyen olma iddiası taşırken, özellikle yakın tarihimizde dünyadaki önemli politik hatlar ve rollerin de bağnazlaştığını görüyoruz. Yine yakın tarihimizde sağlık alanında hem dünyada hem ülkemizdeki en yaygın ve medyatik örnekleri arasında aşı karşıtlığı, kürtaj karşıtlığı, helal aşı-ilaç-kan bankası uygulamaları, süt bankası karşıtlığını görürken; dünya çapında ve ülkemizdeki siyasi aktörlerin, medyanın ve politikaların gerici söylemlerini ve yapılarını da es geçemeyiz. Bunun yanında, bilimsel bilginin üretim alanlarına da sirayet eden gericileşme, özellikle sağlık alanında, “spiritüel yaklaşımlar”, “geleneksel tıp uygulamaları”, “manevi sağlık” gibi kavramlarla kendini var etmektedir. Örneğin, PubMed’de “religionization of health”, “religionization of healthcare”, “religion and health”, “conservatism in healthcare” gibi anahtar sözcüklerle yapılan kaba bir taramada, bu anahtar sözcükleri kapsayan çalışmaların en yoğun olarak psikiyatri ve hemşirelik bakımı alanlarında olduğu karşımıza çıkıyor. Öyle ki, bu gibi “bilimsel” çalışmalarda ateizmin tıbbi bir patoloji olduğu argümanına kadar varılabilmiş olduğunu görüyoruz.

KADIN SAĞLIĞI

Tarih boyunca özellikle sağlık alanındaki gerici söylem ve uygulamalarınıın en büyük mağdurlarının kadınlar olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kadın sağlığı ve bedenine dönük gerici politikalar yapılaştırılmaya çalışılırken, kadınların vermiş ve vermekte olduğu mücadeleler ile de pek çok kazanım sağlanabilmiştir.

ABD kürtaj karşıtlığı konusunda başı çeken ülkelerden. Ülkede kürtaj karşıtı kampanyalar ve hatta silahlı saldırılar düzenleyen grupların aşırı sağcı ve bağnaz kesimler olduğu, hatta Klu Klux Klan tarikatının da bu kesimin bir parçası olduğu biliniyor. 1944 yılında Cizvit Rahibi Orville Griese bir yazısında, “Doğum kontro- lü denen doğaya karşı uygulama, Birleşik Devletleri yıkıma götürüyor. Eğer bu uygulama, şimdiye kadar görülen ölçüde yayılmayı sürdürürse, Amerikan halkı uzun süre yaşamayı başaramayacak. Maalesef pek çok Amerikalı, bu ahlaksız uygulamaya kayıtsız kalıyor. Sadece Katolik Kilisesi, sistematik bir biçimde kadını hamilelikten koruyan bu suça karşı çıkıyor” diyordu. 1968’de Papa VI. Paul, yayınladığı Humanae Vitae adlı Papalık buyruğuyla, Kilise’nin bu tutumunu daha da güçlendirdi. Bu buyruğa göre, korunma araçları Tanrı’nın yasalarına karşı gelmek anlamına geliyordu. Bu buyruğun yayınlanmasından on yıl sonra bu kez Papa II. Jan Paul, Humanae Vitae’nin Kilise’nin şaşmaz öğretisinin ayrılmaz bir parçası olduğunu açıklayarak Kilisenin bu tutumunu daha da pekiştirdi. Kilisenin bu tutumundan güç alan Ronald Reagan başkanlığındaki ABD Hükümeti 1980’li yıllarda kürtaj yapan ya da bu konuda bilgilendirmeler yapan tüm sivil toplum örgütlerine maddi desteğini çekti. Akabinde, en önemli destekçilerini kökten dinci ve aşırı sağcı kesimlerden alan George W. Bush “terörizme” açtığı savaştan da önce kürtaja karşı savaş ilan etti ve pek çok eyalette kürtaj yasaklandı

ABD’de kürtaj karşıtlığı Kilise ve Devlet eliyle körüklenirken, kadınların örgütlü mücadeleleri de yük- seliyordu. Kadınların verdiği mücadeleler ve sivil girişimlerle açılan doğum kontrolü ve kürtaj klinikleri çok geçmeden kürtaj karşıtlarının hedefi hâline geldi. 1980 yılında ülkede “Operation Rescue” adlı erkeklerden oluşan bir örgüt ortaya çıktı ve kürtaj kliniklerinin önünde eylemler düzenlemeye başladılar. Bu örgüt, kanlı pankartlar taşıyarak düzenle- dikleri eylemlerinde“Kürtaj cinayettir”, “Bebek katilleri” gibi sloganlar atıyorlardı. 1993-1998 arasında ABD’de kürtaj kliniklerinde hizmet veren yedi doktor ve sağlık çalışanı bağnaz kürtaj karşıtları tarafından  öldürüldü.

Kasım 2015’te bu kez Colorado Eyaleti’ndeki bir klinik kürtaj karşıtlarının hedefi oldu. Saldırıda biri sağlık çalışanı, üçü polis, biri hasta refakatçisi bir kadın olan beş kişi hayatını kaybederken, saldırı düzenleyen 57 yaşındaki Robert Lewis Dear’in, tutuklandıktan sonraki ilk sözleri “Artık bebek parçaları  olmayacak” oldu.

Başat olarak Kilisenin ve aşırı sağcı politikacıların yürüttüğü gerici sağlık politikaları ve bilim düşmanlığının bilançosu ise bir hayli ağır. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, dünyada her yıl 21 milyon 6 yüz bin kadın güvenli olmayan koşullarda düşük ve/veya kürtaj geçiriyor. Her yıl 47 bin kadın ise güvenli olmayan koşullarda düşük ve/veya kürtaj nedeniyle hayatını kaybediyor.

En varsıl ülkeler arasında başı çeken ABD’de özel sağlık sigortaları ve kısmi eyalet bütçesi katılımları ile yürütülen sağlık sisteminin belirteçleri dünya ülkeleri arasında en son sıralardaki yerini koruyor. Anne ve bebek ölüm hızları bakımından akıllara zarar verileri olan ülkenin Teksas Eyaleti çok yakınlarda yine bilim dışılığın bir örneğini verdi. Yapılan bir araştırmaya göre, anne ölümleri dünya çapında azalırken Teksas’ta tam ikiye katlanmıştı. Bu verileri inceleyen araştırmacılar ve gazetecilerin buldukları sonuçlar çarpıcıydı; Eyalette kürtajın yanında kadın sağlığı ile ilgili pek çok hizmet veren aile planlaması merkezlerinin çoğu dinci gerici argümanlarla kapatılmış, bu alanda hizmet vermeye devam eden merkezler çok ciddi denetleme ve yaptırımlara zorlanmış ve Eyalet yönetimi özellikle de koruyucu kadın sağlığı hizmetlerine ayrılan bütçeyi belirgin biçimde azaltmıştı. Kadın sağlığı hizmetleri için ayrılan bütçede yalnızca 2011 yılında yapılan azaltım 73 Milyon Amerikan Doları idi. 2014 yılında yalnızca Teksas’ta gebeliğe bağlı komplikasyonlar nedeniyle hayatını kaybeden kadın sayısı 600 idi. Dinci ve bu kez de piyasacı paterninin eklendiği gericilik karşımıza yine ikiye katlanan anne ölümleri, mağdur edilen kadınlar ile çıkıyordu. Ne yazık ki Teksas kürtajın yasaklanması ile yeniden ABD ve dünya gündemine girmiş oldu.

Ülkemizde ise kürtaj yasal olarak yasak olmamakla beraber, güvenli kürtaj hizmetine ulaşılabilirliğin önündeki engeller kürtajın yasal olarak yasak oluşu ile eşdeğer bir pratik yaratmaktadır. Kürtajın haricinde, birinci basamak sağlık hizmetleri kapsamında yer alan cinsel ve üreme sağlığı hizmetleri de yine pratik olarak askıya alınmış durumdadır. Haricinde, gerek iktidar sahibi politikacılar gerekse anaakım medya organları kürtaj karşıtlığı, kadın bedenini hedef alan ayrımcı söylemler, kişilerin fütursuzca etiketlenmesi ve hedef gösterilmesi şeklindeki tutumları ile sıkça gündeme gelmektedir. Eklememiz gerekir ki, Gro Linstad, “Religionization of Politics” adlı tezinde sosyal politikaların dinselleştirilmesinin sağlık gibi kamu hizmetlerinden faydalanan özellikle de LGBTİ bireyler gibi ayrıcalıklı kesimlerin belirgin bir biçimde ayrımcılığa uğramasına neden olduğunu ortaya koymaktadır. Sağlık hizmetlerindeki gericileşme ne yazık ki başta kadınlar ve LGBTi bireyleri merdiven altı diye tabir edebileceğimiz gerek bilimselliği gerekse hijyenik koşulları sorgulanır hizmetlere yöneltmekte olup, bu sonuç hem bireysel hem de toplumsal sağlık  açısından ciddi riskler barındırmaktadır.

AŞI KARŞITLIĞI

Bilim insanı Edward Jenner 18. yüzyılda, Aydınlanmanın en önemli sonuçlarından biri olarak da görülen çiçek aşısı için bulduğu yöntemi açıkladı. Jenner, sığırlarda görülen çiçek hastalığından elde ettiği sıvıyı kullanarak insanlarda bağışıklık yaratmayı amaçlıyordu. Jenner’ın bulduğu yöntem kısa zamanda yayıldı ve çiçek hastalığına bağlı ölümler 5’te 1 ölümden 90’da 1 ölüme kadar geriledi. Jenner’ın çiçek aşısına ilk ve en keskin tepki Kiliseden geldi; bu aşı, Tanrı’nın buyruğu olan hastalığı önlemekle Tanrı’ya karşı çıkıştı, en kısa zamanda ya- saklanmalıydı. Tarihteki aşı karşıtlığının ilk örneğini teşkil eden bu vakanın argümanı, bugün de bağnaz aşı karşıtlarının en büyük argümanlarından olmaya devam ediyor.

Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) en örgütlü olarak Kaliforniya ve Teksas eyaletlerinde bulunan aşı karşıtlarının dinci gerici kesimi “aşıların hastalıkları önleyerek Tanrı’nın buyruğuna karşı” olduğunu hâlâ savunurken, aşı karşıtlarının belirgin  bir  kısmı da aşıların otizme neden olduğuna inanıyorlar. “İnanıyorlar” demek uygun, çünkü aşılarla otizm arasında bir ilişki bulunmadığı bilimsel olarak defalarca kanıtlanmış olmakla birlikte, en son 1 milyon 256 bin 407 çocukla yapılan bir çalışma ile bu kanıt bir kez daha ortaya konmuş oldu

“ABD’de aşırı sağcı ve İsevi dinci gericilik zemininde türeyen aşı karşıtlığıyla ilgili örneklerden sonra, aşı karşıtlığının bu kez de İslami dinci gericilik zeminindeki örneklerine bakmak gerekirse karşımıza üç ülke çıkıyor: ...” Aşı karşıtlığının bu kez de İslami dinci gericilik boyutuna bakmak gerekirse karşımıza üç ülke çıkıyor: Pakistan, Afganistan ve Nijerya. Bu üç ülkede de Polio hâlâ endemik olmakla birlikte, Polio aşı kampanyalarında öldürülen insanların sayısı Polio’ya bağlı ölümlerden ne yazık ki daha yüksek. Polio Eradikasyon Girişimi 2013 yılında hastalığa bağlı ölümleri 15-30 arasında hesaplarken, aynı yıl Polio aşılama kampanyalarını hedef alan silahlı saldırılarda ölen sivil ve sağlıkçı sayısı, 80’i Pakistan’da ve 9’u Nijerya’da olmakla birlikte, toplam 89’du. Bu saldırıların en kanlılarından birisi Ocak 2016’da Pakistan’da gerçekleşti; Polio aşılama kampanyasının yürütüldüğü bir kliniğe düzenlenen canlı bomba saldırısında kliniği koruyan 14 polis memuru hayatını kaybetti. Bu ülkelerde Polio aşı kampanyalarının hedef alınmasında üç neden öne çıkıyor; ilki aşıların içinde domuz kanı olduğu ve bu nedenle Müslümanlara yapılmasının yasak oluşu, ikincisi aşıyı üreten Hıristiyanların Müslüman ırkları kısırlaştırmak istediğine dair duyulan inanç. Üçüncü ve en can alıcı nedenin altında ise karşımıza ABD çıkıyor; ABD’nin istihbarat örgütü CIA, Mart 2011’de Usame Bin Ladin’in yerini saptamak üzere bir operasyon yürütmüş ve bu operasyonda Pakistanlı Doktor Shakil Afridi ve ekibini aktif olarak kullanmıştı. Buna göre, Dr. Afridi’nin Polio aşılaması yapar görünümdeki sağlık ekibi Bin Ladin’in akrabalarından DNA örneği alacaktı. Operasyon ekibi DNA örneği alamasa da, Bin Ladin’in Mayıs 2011’de öldürülmesiyle sonuçlanan operasyona ciddi lojistik destek sağlamış, bunun Taliban tarafından fark edilmesi üzerine Dr. Afridi ciddi işkencelerden geçirildikten sonra 33 yıl hapis cezası ile mahkum edilmişti. CIA’nin sağlık hizmetlerini bu şekilde kötüye kullanmasını takiben, bölgede sağlık hizmetlerine yönelik şiddet hız kesmedi. Bu nedenle özellikle Polio (çocuk felci) aşılaması yapan pek çok sağlık görevlisi ajanlık şüphesi nedeniyle de hâlâ Taliban saldırılarının hedefi oluyor.

COVID-19 aşısına dair de neredeyse tüm dünyada gerici karakteri olan bireysel ve toplumsal eylemlilikler gözlenmektedir. Eylül 2021’de bulunduğum Toronto’da, radikal bir İsevi topluluk COVID-19 aşılama kapmanyasına karşı bir sokak eylemi gerçekleştirdi; ellerinde dini pankartlar bulunan takriben yüz kişi olan bu topluluk, her türlü hastalığın İsa’nın emri olduğu ve buna dair aşı gibi önlemler almanın İsa’yı yok saymakla eş değer olduğuna ilişkin bir basın açıklaması yaptı. Akabinde İsa’ya olan sevgilerini dile getiren aşı karşıtı şairane sloganlar eşliğinde yürüyüşlerine devam ettiler. Sosyal medyada da aşı karşıtı pek çok aktivite görmek mümkün; “bize chip takıyorlar”, “denek olmak istemiyoruz”, “bizi kısırlaştırıyorlar”, “aşı olmak günah” gibi onlarca inanç temelli argüman ile bütün dünyayı ilgilendiren, yüzbinlerce insanın yaşamına mal olan, sosyo ekonomik olarak da nice onarılmaz etkiler bırakan pandemi sürecinde gerici aşı karşıtlığının bu kadar etkin ve yaygın olması türüne az rastlanılır bir örnek. Ne yazık ki tüm bilimsel veriler COVID-19’e bağlı güncel ölüm vakaları arasında en çok aşısız vakaların olduğunu net bir şekilde ortaya koyuyor. Aşıya erişim dünya çapında bir sorun olmaya devam ederken, gerici aşı karşıtlığının aşıya erişimin en düzgün olduğu ülkelerden yükselmesi de yine çarpıcı bir çelişki.

SONUÇ

Bilimsel verilerin ortaya koyduğu üzere; sağlık hizmetlerinde, politikalarında, sağlık medya dilinde gerici söylem ve uygulamaların insanların ve toplumların hayatları üzerindeki belirgin negatif etkisi hiç bir kurum, yapı ve bireyin reddedemeyeceği ölçüde son derece net. Sağlığımız ve geleceğimiz için toplumsal yaşamın her alanında ve de sağlıkta gericileşmeye karşı vermemiz gereken mücadele tarihsel bir sorumluluk olarak önümüzde dururken, bilimsel verilerin doğruluğuna dair daha net vurgulara, dile getiren kurum, yapı ve kişilerin güvenilirliğine ve hepsini birleştiren yeni bir güven diline olan ihtiyacı da görmezden gelemeyiz. Bilgi akışının insanlık tarihinde hiç olmadığı ölçüde hızlı, fakat; yine hiç olmadığı ölçüde “doğru bilgiye ulaşma” vektörüyle yol alınmadığı dinamiklerini göz önünde bulunduran yeni bir dil, yeni yöntemler ve kanallar ile verilecek aktif ve istikrarlı mücadele ile sağlıkta ve bilimde gericileşmenin önüne geçebileceğimizden kuşkum yok.

 

Not: Bu yazının geniş çerçevesine, Toplum ve Hekim Dergisi, Ocak-Şubat 2017, Cilt: 32, Sayı: 1’den ulaşılabilir.

*Dr., 2014-2018 TTB Merkez Konseyi Üyesi


Bu İÇERİĞİ Paylaş!