Kim bunlar? İşledikleri ‘kabahat’ bir gün gelir suç olur mu?


  • Hekim Sözü Temmuz-Eylül 2024
  • 39

Burcu Rahşan Erim / Dr., Hayvan Hakları Aktivisti

En çok da köpek ve kediler sığdırılamıyor şu koca dünyaya… Kimi ülkeler küçücük yaşam alanları olan barınaklara tıkıyor onları, kimileri üretim çiftlikleri dışında hayvan edinmeyi yasaklayarak üstlerinden kazanılan kanlı parayı meşrulaştırıyor.

Yüzyıllardan bu yana süren insanların hayvanlarla etkileşiminde patili dostlarımızın bir yuva ve beslenme ihtiyacı var. Bununla birlikte aynı sokaklarda birlikte yaşama umudu taşıdığımız bu hayvanların bazen sadece bir baş okşama karşılığında sunduğu derin sevgi, yaşam yoldaşlığı ve birçok alandaki desteği düşündüğümüzde sanırız bu ilişki daha çok bizlerin yararına gelişmiştir. Ancak ne yazık ki bu sunulanlar yetmemiş olacak ki dünyanın pek çok ülkesinde sokak canlarına karşı yıllardır sürdürülen, bitmeyen, bitirilmeyen, eşit olmayanların uluslararası savaşına tanıklık etmekteyiz.

En çok da köpek ve kediler sığdırılamıyor şu koca dünyaya… Kimi ülkeler küçücük yaşam alanları olan barınaklara tıkıyor onları, kimileri üretim çiftlikleri dışında hayvan edinmeyi yasaklayarak üstlerinden kazanılan kanlı parayı meşrulaştırıyor. Kimileri sokaklarda onlarla yaşamayı uygun görmüyor. Kimileri de bir ‘sahibi’ olmazsa yaşamamalı diyor. Ne yazık ki eşit şartlarda olmasa bile birlikte yaşam bu canlara reva görülmüyor…

Ülkemizde sokak canları bir eli yağda bir eli balda, örnek uygulamalarla korunuyorlar diyemesek de geçtiğimiz yaza dek tek bir şeyimiz de olsa doğru gidiyor duygusundaydık. Öyle ya turistler bile Türkiye’nin ve özellikle İstanbul’un kedileri ve köpekleriyle fotoğraf çektirmeye doyamıyor, bu ortak yaşam hallerimiz belgesellere konu oluyordu.  Ancak günlerden bir gün vitrinlerde keyifle gerinerek yatan kediler, sabah istihkakını mahalle kasabından almaya gelen martılar, işe giderken bizi uğurlamaya gelen köpekler ile nur topu gibi bir sokak hayvanı sorunsalımız olduğuna uyanıverdik. Aşılama ve kısırlaştırma ile çözülebilecek bir probleme ilişkin “Hayvanları Koruma Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” ya da kamuoyunda bilinen yaygın adıyla “Katliam Yasası” sonrası suçlu köpekler ilan edildi ve tüm ülke adeta bir korku filmi şatosuna dönüştü. Bize de her gün yeni bir vahşet öyküsüne uyanıp, tüm bu travmatik tanıklıklarla baş etmeye çalışır bir paralizi hali düştü…

Travmanın iyileşmesine ilişkin kadim bir bilgi olması dolayısıyla olacak benim zihnimde hayvanlara karşı işlenen bu dehşet verici suçlara dair adaletin nasıl gerçekleşeceği sorusu hep zonkluyor bu dehşet başladığından beri… Kimin travması derken bizimki elbet, hayvanlara karşı ülkemizde suç bile işlenmiyor ki, onları katledenlerin işledikleri kabahat…

Elektrikli sandalye ile idam cezasını bile ilk kez kendisine yanan bir sigara içirmeye çalışan bakıcılarını öldürdüğü için Fil Topsy’de uygulayanların böyle bir mahkeme kurulursa hayvanlardan adalet ve merhamet beklemeleri çok abartılı olmaz mı? Ama tabii insan olmamak ‘insaflı’ olmayı da sağlayabilir bu açıdan. Hayvanların haklarını arayabildikleri hesap sorabildikleri bir gün gelir mi mesela? Kendilerine karşı dünyanın birçok ülkesinde çıkarılan saldırgan, yıkıcı, yok edici ve dahi haksızca yasalar ve reva görülen yaşamla bağdaşmayacak uygulamalara rağmen verdikleri hayatta kalma mücadelesi sonrası kurulacak uluslararası mahkemelerde neler konuşulur bilinmez. Ancak ‘insani’ davranmamalarını beklemek de herhalde bizim umudumuz olur. O gün de özürleri kabahatlerinden büyük olur mu acaba? Yani bu mahkemelerde yargılananlar ‘’Tamam, kabul biz bu hayvanları öldürdük ama kanun zaten buna izin veriyordu bizim suçumuz yok’’ ya da ‘’Biz sadece izledik aslında zarar verici bir şey yapmadık ama ölmelerine engel de olmadık’’ ya da ‘’Sütte leke var bizde yok’’ deseler acaba haklarındaki karar nasıl olurdu?

Acaba bu durumun tarihte örneği var mı diye araştırınca çok uzağa gitmeye gerek yok. II. Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası mahkemelerin tutanaklarına bakmak yeterli. Tam da yeri gelmişken dünya genelinde organize kötülük haline dönüş emarelerinin giderek artmasından olacak, II. Dünya Savaşı döneminde Hitler ve destekçilerinin yarattığı o ürkünç distopya yıllarına ilişkin araştırmaların çoğaldığını da söyleyebiliriz. O dönemde yaşatılan vahşete ışık tutması ve o günlere tekrar dönmemek umuduyla Nürnberg, Tokyo ve Kudüs Mahkemeleri’nin kararlarına birlikte bakmak günümüzde şiddete maruz kalanlarının daha çok kadınlar, çocuklar ve hayvanlar olduğu gerçeğini unutmamıza engel olacaktır. Bu kararlar birçok dehşet hikayesini anlama umudumuza bir ölçüde katkı sunabilir.

Her ne kadar galiplerin adaleti olmaları sebebi ile eleştirilse ve adaleti sağlamakta başarısız oldukları bilinse de hukuk çevrelerinde önce Nürnberg sonra Tokyo Mahkemeleri’nin kararlarının uluslararası hukukun tesisi açısından çok önemli olduğu söylenmektedir. Nürnberg Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nde “Barışa karşı işlenmiş suçlar” bakış açısı kadar, Nazilere ilişkin müdafilerin o zamanki hukuk kurallarını uyguladıkları yönündeki savunmalarına karşın mahkeme “Uluslararası hukuka aykırı eylemleri işleyenlerin kişisel sorumluluktan kurtulamayacağı”nı belirterek bir çığır açmıştır! Yani mevcut yasal düzenlemenin izin vermesi halinde bile bireysel sorumluluklarımız sürer, kimsenin yaşam hakkını böyle bir dayanakla elinden alamayız.

Gelelim diğer sorumuza, Tokyo’daki mahkemede verilen bir mahkumiyet hükmü de bu açıdan oldukça dikkat çekicidir. II. Dünya Savaşı sırası ve sonrasında üç kez Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak görev yapan bir Japon diplomatı olan Mamoru Şigemitsu’ya verilen cezanın gerekçesi şudur; saldırgan bir savaş yürütmek ve savaş esirlerini insanlık dışı muameleden korumak için yeterli çaba göstermemek. Oysa mahkeme, Şigemitsu’nun düzenli olarak Japon militarizmine karşı çıkması ve savaş esirlerinin insanlık dışı muamelesine itiraz etmesinden haberdardır, bu sebeple de ona son derece hoş görülüdür ve bu sebeple olacak yargılananlar içinde en hafif cezayı ona vermiş ancak yine de suçlu bulmuştur. Özetle suça engel olmama hali de bir suçtur…

Peki bu suçları işleyenlerin kim olduğuna dair akıl yürütmek istediğimizde yine o dönemin bir başka yargılama tutanağında neler görüyoruz? Failler bizden çok uzak, görünce hemen tanıyacağımız, hiçbir koşulda dönüşmeyeceğimiz kişiler mi acaba?

Nazi Almanyası’nda Yahudilerin gettolara ve toplama kamplarına naklinden sorumlu Eichmann’ın Kudüs’teki yargılamasında Hannah Arendt’in olanca çıplaklığıyla bize anlattığı üzere kötülük sıradandır ve herkes yapabilir… Arendt kitabında Yahudi soykırımının mimarı olarak sunulan Adolf Eichmann’ın sadist bir canavar olmaktan öte, “Normal hatta korkutucu derecede normal” bir insan olduğuna dikkat çeker. Kötülüğün asıl düşünme ve muhakeme yetisinin kaybolmasıyla birlikte sıradanlaştığını vurgular. Ancak o dönem Arendt’in kendisine yönelik çok yoğun suçlamaları göze alarak dile getirdiği üzere, Eichmann tüm bunları tek başına yapmamıştır. Nazilerle anlaşan Yahudi liderler, soykırıma göz yuman ve/veya yardımcı olan devletler, kendi ayaklarıyla ölüme gidenler de suçludur!

Olup bitenleri o kadar sıradan bir görev olarak görmeleri ve yerine getirmeleriyle bu iş o denli basitleştirilmiştir ki; “En ağır cezalardan birini alan cani, fırsat buldukça çocuklara sosis dağıtıyor; on binleri ölüme yollayan doktor, onunla aynı üniversitede okumuş bir kadını, ona gençliğini anımsattığı gerekçesiyle ölümden kurtarıyor; ertesi gün gaz odasına yollanacağı halde yeni doğurmuş bir anneye çikolata yollayabiliyordu… Daha da vahimi Alman Halkı’nın büyük bir kısmı da bu durumu olağanüstü bir normallikle karşılıyordu.”

Leonard Cohen’in şiiri durumu en sade haliyle sunuyor. Şöyle diyordu Cohen:

Adolf Eichmann’a ilişkin

bilinmesi gerekenler

Gözler: normal

Saçlar: normal

Kilo:     normal

Boy:    normal

Belirgin özellikler:       yok

Parmak sayısı: on

Ayak parmağı sayısı:   on

Zeka:   normal

Yani ‘normal’ biri…

Hayvan katliamlarını gerçekleştiren, sonra evine gidip ailesiyle komşularıyla vakit geçiren, onun ne iş yaptığını bilen ama ‘emir kulu’ olarak görüp üzerinde düşünmeyen, bu tip haberler çıktığında alıcısının ayarlarıyla oynayıp kedilerin yumakla oyalandığı köpeklerin kemik kovaladığı sosyal medya hikayelerini izleyip eğlenenler gibiydi… Yani bizden biri… Belki de en korkutucu gerçek budur…

Bu saptamalar bana son günlerde önüme düşen bir makalede yazılanları anımsattı… Aynen alıntılıyorum: “Dünyanın en ünlü seri katillerinden biri olan 1970’lerde en az 30 kadını öldürdüğü seri cinayetleri itiraf eden Ted Bundy ile ilgili yapılan bir araştırma, bilinen tüm gerçekleri değiştirdi. Ünlü seri katilin beynini inceleyen bilim insanları, beklenmedik sonuçlar karşısında şaşkına döndü. Gördükleri kadarıyla, Bundy’nin beyninde anormal hiçbir şey yoktu. Bundy’nin beyin hasarı geçirdiğine dair bir belirti de yoktu, bu da onun neden öldürme içgüdüsüne kapıldığına dair bilimsel bir kanıt sunmuyordu…”

Sözün özü hayvanlara, çocuklara, kadınlara örgütlü kötülükler yapan bu kişilerin bilinen tek ortak özellikleri var; karşı taraf için uzun boylu düşünmeyi reddetmeleri, yani empatik olmamaları… Onun dışında sürüden ve sıradan olmaları galiba…

Tüm bu yazılanlar yukarıdaki soruları ne kadar yanıtladı bilemiyorum ancak son günlerde tatildeki bir anımla sözlerimi noktalamak istiyorum. Tatil yaptığım beldede denize girdiğim yerde sazdan samandan bir kulübede kayıntılık ve içecek satan bir amcayla sohbet ediyorduk. Son derece yorgun görünen, sarkık memelerinden anne olduğu anlaşılan sıska bir köpek aniden görünüverdi. Amcaya ‘’Size yem getirsem, bu arkadaşa verir misiniz?” diye sordum. Başıyla onayladı, kendisinin de zaten onları beslediğinden bahsetti.  Buralar gibi tatil beldelerinde, tatil sonu ter kedilen pek çok köpek olduğundan bahsetti. Atıp gidiyorlar garipleri dedi. Aradan birkaç gün geçiyor benim bazı sağlık sorunlarım oldu denize gidemedim. O sırada Narin’in trajik ölümünü yeni öğreniyor tüm ülke. Bir torba yem alıp gittim ve amcaya anne köpeği sordum. Ağlamaklı oldu; “Boğazını delmişler” dedi. Şok oldum. Boğaz delmek, öldürmek de değil, delmek kan içinde bulup belediyeyi aramışlar, akıbetini bilmiyorum diyor bana. Elimde yem torbasıyla kalıyorum. “Delmek niye?” dedim anlamsız bir soru işte… Amca “Ah kızım, Narin’i niye öldürdülerse bu garibana da ondan bunu yaptılar, biz nasıl anlayalım bunca kötülüğü” deyip elimdeki torbayı alıp gitti…

Şefkat yorgunu olduğumuz ülkemizden bir tatil anısı işte…

Biz bir “Hayırsız ada” atlattık. Bunu da atlatırız. Kalın sağlıcakla


Bu İÇERİĞİ Paylaş!